Muhtemel ve Mümkün
Virüs dalgasının çarptığı anda pek üzerinde durulmasa da, aradan geçen süre içinde, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı neredeyse herkes tarafından idrak edildi gibi duruyor. Herkes? Pek sayılmaz. İşkilli Süleyman ve patronu mesela, patronun damadı mesela, kırılan vazonun parçalarını toplayıp restore edebileceklerini düşünüyorlarmış gibi davranıyorlar —düşünmek fiili de kendisini bu cümlede kullandığım için bana hesap sorar mı, sorar.
Siz de farkındasınız, artan bir yoğunlukla “virüsten sonra”sı hakkında yazılıp çizilmeye başladı. O yazılıp çizilenlerin çoğu, bana, işkilli Süleyman’dan, patronundan ve patronun damadından daha acıklı görünüyor. Ne bileyim, popülizm iflas ediyormuş ama otoriterleşme yükselecekmiş, iktidarın gözetleme kabiliyeti yükselecekmiş, hepimize çip takıp her hareketimizi kontrol edeceklermiş, eşitsizlik keskinleşecek bir avuç insan kalan herkesi sefalete —hatta ölüme— terk edip kendi dünyalarını kuracaklarmış…
Bütün bu tahminler, bence, vazonun bu virüsle kırılmış olduğu varsayımına yaslanıyor. Ve ilaveten, her biri, ortalığa saçılmış olan parçalardan birini alıp, onu sabite kabul edip, o parçadaki desenin tekrarlayacağı varsayımını da örtük olarak kabul ediyor.
Bence bu varsayımların ikisi de yanlış.
Birincisi, vazo çok önceden kırılmıştı. Veya tamir edilemeyecek biçimde çatlamıştı diyelim. Masanın üzerinde sanki bir bütünmüş gibi duruyordu ama biri dokunsa dağılacak haldeydi. Hatta olağanüstü bir çabayla dört bir yanından tutulmasa, kendiliğinden dağılacak haldeydi. Virüs, o vazoyu olduğu gibi muhafaza etmeye çalışanların konsantrasyonunu dağıttı ve vazo dağıldı.
İkincisi… Evet, meseleye siyaseti merkeze alıp bakmak mümkün. Teknolojiyi merkeze alıp bakmak da mümkün. İktisadı merkeze alıp bakmak mümkün. Sosyolojiyi merkeze alıp bakmak mümkün. Keyfinize göre, istediğiniz parçayı alıp onu merkeze koyup bakabilirsiniz. Ama bu merkezlerin hiçbiri merkez değil. Hiçbiri merkezde yer almayacak.
Daha önce bir metafor olarak kullandım mı hatırlamıyorum, işbu merkezsizlik halini ifade etmek gerektiğinde hep aklıma bilmece yüzükler geliyor. Biz gençken, bir ara pek modaydılar, hatırlayanlar vardır. Üç, beş veya daha çok sayıda halkadan mamul idiler. Halkaları bir araya getirmek gerektiğinde, mesela birinci ile ikinciyi birbirine oturttuğunuzda, üçüncüyü asla yerleştiremiyordunuz. İşi sıralı sekili yapmakla çözemiyordunuz yani problemi, hepsini belirli bir pozisyona getirip, bir anda birbirlerinin üzerine oturtmanız gerekiyordu.
Öyle bir çözümün eşiğindeyiz diye düşünüyorum. Bir paradigma kayması gerçekleşecek. Mesela on yıl sonra, mesela eşitsizlik kelimesi yine dilimizde olacak ama o kelimeyi işittiğimizde şimdikinden bambaşka çağrışımlar ayaklanacak zihnimizde. Benzer bir biçimde iktidar kelimesini, sağlık kelimesini, bilgi kelimesini işittiğimizde de… Hemen her kelimenin yerleri de, diğer kelimelerle ilişkileri de değişmiş olacak. Bugün problem olarak görülen bir yığın şey, esasen çözüme kavuşturulmamış oldukları halde, problem olarak görülmez hale gelecekler. Bugün hiç problem etmediğimiz bir yığın şey ise sancılara yol açmaya başlayacak, oramızı buramızı acıtacak.
Böyle bakınca, virüsten sonra neler olacağını tahmin etmek mümkün değil. Ama yine de, yazıp durduklarımdan görüyorsunuz işte, imkânsız olan o şey hakkında kafa yorup durmak hoşuma gidiyor. Derdim tahmin etmek değil, hatta virüsten sonra olacak olanlara hazırlıklı olmak bile değil. Ama kendi hesabıma, virüsten sonrasına dair spekülasyon yapmaktan daha eğlenceli, insanın ruh ve akıl sağlığına daha faideli başka hiçbir meşgale yokmuş gibi hissediyorum.
***
Bu çerçevede yazılıp çizilenlerin çoğu çok sığ. Arada bir istisnalar çıkıyor. Birini Franco Berardi yazmış. Bence okumalısınız.
Okumuş olduğunuzu varsayarak devam edeyim.
Berardi, Haraway’e referansla, “tarihin öznesi olan İnsan’ın artık evrimin faili olmadığını” hatırlatıyor ve insan türünün bu kaotik süreçte merkeziliğini kaybettiğini öne sürüyor. Eğer tercümede bir şeyler kaybolmadıysa, tercümeye itimat edeceksek, bu noktada biraz oyalanmamız gerekiyor.
Bir defa, benim bildiğim kadarıyla insan evrimin faili değildi. İnsan merkezi bir konuma bile sahip değildi ama merkezi bir konuma sahip olduğu varsayılıyordu. İnsanın merkezi bir konuma sahip olduğunu varsaymak imkân dâhilindeydi diyelim. Ama benim bildiğim kadarıyla evrimin faili olmadığı gibi, evrimin faili olduğunu varsayanlar da yoktu. Haraway’i okumadığımdan bilmiyorum, meseleyi bu kelimelerle ifade etmekte bir kışkırtma hevesi kokusu alıyorum.
Benim açımdan meselemiz şu: İnsan, bence, hâlâ tarihin öznesi ve kendisini de tarihin öznesi olarak görüyor. Ama kendisinin mahlûkatın bir bileşeni, sadece bir bileşeni olduğunu zaten idrak etmişti —bu noktada mahlûkat terimini ne Haraway ve ne de Berardi gibi kullanmadığım aşikârdır herhalde, sözlük anlamına daha yakın bir biçimde, bütün mahlûklar yerine kullanıyorum. İnsanın kendisi dışındaki mahlûklara, canlı ve cansız tabiata karşı daha içeriden bir perspektif, bir hassasiyet geliştirmesi, nereden baksanız, ağırlıklı olarak son kırk yılın işi.
Tekrarlayayım, insan mahlûkatın bir bileşeniydi. Zaten öyleydi ama öyle bilmiyordu. Son kırk yılda giderek artan bir hızla bu bilgi üretildi ve yaygınlaştırıldı. Mesele, iktisadın, sosyolojinin, siyasetin ve diğer hususların bu bilginin yaygınlaşmasına paralel, onunla aynı istikamette bir değişim göstermemesinden kaynaklanıyor/du. Üç ayrı seviye var yani: Gerçeklik, gerçeklik hakkındaki bilgi ve organizasyon. Gerçeklik değişti, onun hakkındaki bilgi —kısmen gerçekliğin değişimine paralel olarak ama kısmen de bilgi üretme süreçlerimizin değişimi yüzünden— değişti. Ama sosyal organizasyonumuz paralel bir değişim geçirmedi. Makas büyüdü ve gerilim kaldırılamayacak seviyeye yükseldi.
Her halükarda, şu ifadeleri kışkırtıcı ve ufuk açıcı buldum:
“Tarihsel sürecin motoru olarak öznelliğin sonu, büyük harf T ile “Tarih” dediğimiz şeyin sonuna ve bilinçli teleolojinin yerini çoklu yayılma stratejilerinin aldığı bir sürecin başlangıcına işaret ediyor.
“Çoğalma, moleküler süreçlerin yayılışı, makro-proje olarak tarihin yerini alıyor.
“Düşünce, sanat ve siyaset artık totalizasyon (Hegel’ci anlamda Totalizierung) projeleri olarak değil, totalitesiz çoğalma süreçleri olarak görülecek.”
Ve yine tekraren… Hayat zaten süreçlerin yayılışı, çoğalma süreçleri idi. Eğer Berardi’nin tahmini gerçekleşirse, fark, düşüncenin, sanatın, siyasetin hayatın bu gerçekliğine adaptasyonu manasına gelecek. Çatlak hayat ile diğer şeylerin formları arasında idi, kapanacak olan o.
Berardi’nin ikinci başlığından, yine kışkırtıcı ifadelerin arasından, bir cümleyi cımbızlayayım: “Emek-para-tüketim döngüsünün ötesine açılan eşiği geçiyoruz.” Beni bilen biliyor, yıllardır “eğer tüketimden, tüketimin manasızlığından müşteki iseniz, üretim ile emek arasındaki bağlantıyı kırmak zorundasınız” deyip duruyorum. Hesabım basit: Eğer ihtiyaçlarımızı karşılamak için emeğimizi satmak/kiralamak zorunda isek ve eğer emeğin verimliliği bu denklemin kurulduğu döneme kıyasla olağanüstü artmışsa, daha da artıyorsa, birim emekle muazzam ölçüde üretim gerçekleştirilebiliyorsa… İhtiyaç fazlası üretim kaçınılmaz demektir ve demek ki insanları tüketime zorlamak gerekir.
Bu hususta da, 35 yaş altı nüfusun, en azından Türkiye’de, daha yaşlı olanlardan farklı bir perspektife sahip olduklarını, tutumlarındaki farklılıktan biliyoruz. Yani Berardi’nin sözünü ettiği değişim, bir manada —en azından belirli sosyolojik gruplarda— zaten gerçekleşmiş durumda. Ve bir defa daha, diğer unsurlar bu değişime uygun bir biçimde güncellenemediler.
Ve galiba mesele, Berardi’nin üçüncü başlığında düğüm oluyor. Çünkü hem insanı merkezsiz bir âlemde, çevresine daha hassas bir unsur olarak görmek konusunda bir hayli yol almış ve hem de emek/tüketim gibi hususlarda zaten önceki nesillerin kavrayışından uzaklaşmış olan yeni nesilde beni en çok ürküten özellik, genelde hazla ve özelde de başka insanlarla dolayımsız temasın sağladığı hazla ilişkileri… Berardi’nin ikinci başlığı olan fayda başlığı altında çok fonksiyonel olan teknolojinin, hazla ilişkilerinde de aracılık yapmasını bu ölçüde doğallaştırmış olmaları kafamı kurcalayıp duruyor. Bu halin, teknolojinin ani ve baskın biçimindeki taarruzuna maruz kalma sürecindeki acemilikten kaynaklanan gelip geçici bir hal mi olduğunu, yoksa daha kalıcı bir kavrayışın bir bileşeni mi olduğunu bilemiyorum.
***
Bilmece yüzüklerin bir tek çözümü vardı. Her bir halkayı uygun pozisyona getirip nihai hamleyi o anda yaparsanız, o çözümü gerçekleştirebiliyordunuz. Bir metafor olarak bilmece yüzüklerin bizim durumumuza uymayan yanı da, çözümün o biricikliğinden kaynaklanıyor. Paradigma kayması, ciddi ölçüde tesadüfilik ihtiva eder.
Berardi’nin yazısı kadar yazının başlığı da bu yüzden kışkırtıcı. Şu veya bu bileşeni merkeze koyup muhtemel olanı tahmin etmeye çalışmak yerine, zannımca, mümkün olanlar üzerinde kafa yormak daha eğlenceli. Çok sayıda, muhtemelen sayısız mümkün var. Ve elbette çok sayıda da imkânsız var —mesela virüs öncesi halin restore edilmesi artık imkânsız.
Şimdilerde yirmilerinin sonlarında veya otuzlarının başlarında olanların ağırlıklarını, öyle veya böyle hissetmeye başladık —bence hak ettikleri ölçüde ağırlıklarını koyabilmiş olmasalar da… Ama daha arkadan gelenler de var. Geçtiğimiz yıl, onlardan biriyle kahvaltı ederken, sohbet yeni dünyanın nasıl bir yer olabileceğine geldi. Mevcut dünyadan, bu dünyanın herhangi bir şeyinden memnun değildi, topyekûn bir inkâr söz konusuydu. Bu durumun sürmeyeceğinden de emindi. Ama yerine gelecek olan ne olursa olsun, onun da kendisini tatmin etmeyeceği gibi bir hissi vardı.
“Şöyle düşünelim”, demiştim, “mesela sevdiğin, sahiden sevdiğin, sevdiğin mevzuları konuşabildiğin sekiz, on kişi ile yoğun temasın var, dünyanın kalanı ile de temas seviyesini istediğin gibi kısıp açabiliyorsun…” Yeni bir şey değildi söylediğim, Epikürcü bir dünyanın çağdaş versiyonu idi. Zaten o da “ha, Epikür gibi” dedi ve anında yüzünün ifadesi değişti, yumuşadı.
Birincisi, sevdiği, sevebileceği, kendileri ile bir şeyler paylaşabileceği insanlar var, olabilir olduğunu biliyor. İkincisi, daha 14 yaşında ama Epikür’ü biliyor ve dediğimin onunla ilişkisini kurabiliyor. Üçüncüsü, söylediğimin teknolojik, iktisadi ve sair faktörler açısından mümkün olduğunu hissediyor. Ve fakat dördüncüsü, içinde yaşadığı dünyanın oraya nasıl evrileceğini bilemiyor ve dolayısıyla kötümserliğini aşamıyor.
Virüs sonrası hakkında Osman da, Sırrı da, mevcut büyük, devasa ölçekli şehirlerin miadının dolduğunu düşündüklerini —farklı kelimelerle— söylediler. Ben öyle de düşünmüyorum. Şehirler zaten, ne kadar devasa ölçekli olurlarsa olsunlar, öyle sekizer, onar kişilik haz gruplarından müteşekkiller. Ama şehirlerin varlığı, o sekizer, onar kişilik grupların grup üyeleri üzerinde mütehakkim olmasına mani oluyorlar. Gruptaki her kişi, muhtelif başka grupların da bir parçası. Ve bütün bu ilişkiler ağının hem gönüllülük esası üzerine işlemesi, hem zenginleşmesi için şehirler ciddi imkânlar sunuyor.
Berardi’ye katılıyorum, virüs sonrasında insanlar, insanın ne kadar kıymetli olduğunu, doğrudan temasın nasıl ikame edilemez olduğunu idrak etmiş de olabilirler. O da mümkün yani. Mümkünlerden biri.
Bir de unutmamak gerekiyor, mümkünlerin hangisinin gerçekleşeceği, suyun hangi istikamette akıp kendisine bir yatak açacağı, bizim yapıp ettiklerimize bağlı, yukarıdan/dışarıdan dayatılmış bir şey yok.