Varış İstasyonu

Aşırı, yersiz ve biçimsiz kullanıldığından, bugün başörtülü kadınlar mevzuunun kabak tadı verdiğinin farkındayım. Ama yirmi yıl önce —yirmi yıl öncesine kadar uzun süre— gerçek bir problemdi o. Memleketin biricik problemi değildi, hatta en can yakıcı mevzuu olmamış da olabilir. Ama onun serencamı üzerinden birçok derdimizi deşifre etmek hâlâ mümkün.

Birileri genç kızlara, “hem başınız örtülü olacak hem de eğitim alacaksınız, olmaz, seçin birini” dedi. Yıllarca… Bugün ağzını açınca “ne berbat şey post-truth, bizim zamanımız ne güzeldi” deyip duranlar, “neden genç kızlar birinden birini seçmek zorunda” sorusuyla karşılaştıklarında, neler uydurdular, neler! Bir safhada, “olmaz dedik olmaz, keyfimizin kâhyası mısınız” denmeden önceki bir safhada, “eğitim bilim içindir, başörtülü olanlar naslara iman ettikleri için bilimle işleri olmaz, taleplerinde tutarlılık yok” filan gibi özetlenebilecek bir formül ürettiler ve yaydılar.

Eğitim-bilim ilişkisi hususunda söylenen yalanı, bilim ile dinin aynı kafada olamayacağı varsayımının manasızlığını geçelim —o dönemde ciddi ciddi bu mevzularda çok klavye eskittim. Bir insanın, herhangi bir insan tekinin, her halükarda tutarlı olması beklentisinin kaynağı ne? Siz her halükarda tutarlı mısınız? Olabilir misiniz? O genç kızlar, eğer eğitim sahiden de bilim yayıyor olsa, din de bilime mugayir olsa, öyle biliyor olsalar, yine de ikisini birden talep edemezler mi?

İnsan bir arayıştır. Her hayat bir arayıştır. Aramak, uzaktan bakınca tutarsız görünen zikzaklardan mamul bir şey. Bulunduğu yere dosdoğru bir yoldan varmış —öyle vardığını zanneden— ve bulunduğu yeri herkesin bulunması gereken yer olarak işaretlemiş olan birileri hayatı bulmak, bulmuş olmak olarak görebilir. Bir itirazım yok. Ama öylelerinin bir de antifaşizm sancağını taşıyor görünmelerine itirazım var. Çünkü faşizm, en genişletilmiş manasıyla, herkesin yerini dışarıdan belirleme faaliyetidir bana göre. Bu faaliyeti meşrulaştırmakta en fonksiyonel araçlardan biri de, şahsi tecrübeme göre, tutarlılık testidir. “Faşistler tutarlıdır” demiyorum, “başkalarına tutarlılık dayatırlar” diyorum —ki birçok bakımdan faşistler bir hayli tutarlı da sayılır.

Delil mi istersiniz? Mevzuu başörtülü genç kızlar üzerinden anlatmayı tercih etmemin sebebi de vereceğim delilde saklı. Bugün aynı kızlar, “Müslüman kadın eşinin ve evinin ihtiyaçlarını karşılamalı, çocuk doğurmalı ve onları yetiştirmeli, eğitim onun neyine” diyenlerin faşizmine maruzlar. “Hem Müslümanlık hem eğitim olmaz, seç birini” diyor birileri o kızlara ve tutarlı olmalarını talep ediyor.

İnsanları, aralarında seçim yapmak zorunda hissetmedikleri seçeneklerden birini seçmeye zorlamak, daraltılmış anlamıyla, hassaslaştırılmış anlamıyla, faşizmdir. O seçeneklerden birinin seçilmesi gereği, besbelli ki, ikisini bir arada yaşamayı tercih edenlerin zihin dünyasında yok. Kimin zihin dünyasında var? Zorlayanların…

İmdi…

Esas derdim başka. Başörtüsü meselesi, başını örtüp okumak isteyen kızlar için bir insani mesele idi. Meseleyi, o kızların tutarlı olmak adına bir seçim yapmaları gerektiği iddiasına sahip olanlar siyasi bir mesele haline getirdi. Çünkü siyaset, esasen, dünyanın dört bir tarafındaki siyasi elitlerin —politikacıların, gazetecilerin, sivil/asker yüksek bürokratların— kendilerine tahsis ettikleri bir alandı ve o alana insan olarak girmeniz, en ürktükleri şeydi.

Bugün, dünyanın dört bir tarafında siyasi alana kendimiz olarak girdik/girebiliriz/girebiliyoruz. Yani, mesela kırk yıl öncesine kıyasla sadece maddi anlamda zenginleşmedik, sadece hayal bile edemeyeceğimiz şeyleri talep eder hale gelmiş de değiliz, aynı zamanda çok daha güçlüyüz. Siyaset kalesinin burçları yıkıldı ve güç dışarı taştı. Bugün artık bize dair her şey siyasi… Siyaset esnafı hâlâ kürtajı, nüfus meselesini, başörtüsünü, anadil mevzuunu, eşcinselliği, ev ve sokak hayvanları ile ilişkimizi, HES’leri ve daha ne varsa her şeyi, kendi imtiyazlarında olan kavramlara tercüme ederek kendi alanlarını korumaya çalışsalar da… Olmuyor artık.

“Tamam, bu işi başardık” demiyorum, ama kırk yıl öncesine kıyasla ne kadar zengin bir siyasi vokabülere sahip olduğumuzu, nerelerden buraya geldiğimizi hatırlatmaya çalışıyorum. Eşitlik ve kalkınma arasında sıkıştırılmış bir siyasi gündemden nerelere geldiğimizi…

Olağanüstü bir enerji harcanarak derin dondurucuda tutulmuş ne varsa, fiş çekilince, çözülmeye başladı. Ortalığa rahatsız edici bir kokunun yayıldığına itiraz etmiyorum. Ama fişin çekilmiş olduğunu, esas meselenin fişin çekilmesi olduğunu, derdimizin fişi çekmek olduğunu unutmamak gerekiyor. Burçlardan içeri girenler —veya burçlardan dışarı taşan gücü eline geçirenler— türlü çeşitli acemilikler yapıyorlar/yapacaklar. Yapmamaları tuhaf olmaz mıydı? Sosyal medyada derdini ifade etme şansını bulmuş on altı yaşındaki delikanlı, Ertuğrul Özkök’ün onca yılda ancak ulaştığı rafine hinliğe neden birkaç ayda, birkaç yılda gelsin? Nasıl gelsin?

***

İmkânsız bir işle iştigal ediyor olduğumun farkında olmadığımı düşünmeyin, farkındayım. Öyle olmadığına inanmamakta kararlı olanların arasından birkaç kişiyi olsun, kırk yıl içinde olağanüstü zenginleştiğimize inandırmanın ne kadar imkânsız olduğunun farkındayım. Ne kadar daha az çalışarak ne kadar daha çok şeye sahip olduğumuzu sayılarla göstermenin bile kifayet etmeyeceğinin… Meselenin sadece daha az çalışarak daha çok kazanmak olmadığına, hatta esas zenginleşmenin o olmadığına, dünyanın dört bir yanında bundan kırk yıl önce hayalini kuramayacağı şeyleri insanların bugün talep edebilir hale geldiğine, bunun çok mühim bir şey olduğuna inandırmak çok daha müşkül. Küreselleşme, kapitalizm, popülizm, CIA, üst akıl ve saire filan diye geveleyip duranları, sıradan insanın kırk yıl öncekine kıyasla siyasi olarak da daha güçlü olduğu konusunda şüpheye düşürmek daha da müşkül.

İmkânsız bir işle iştigal ediyorum, öyle yaptığımı biliyorum ve… Dert değil. Ben de buyum işte… Böyle yaparak öğeniyorum.

Bazen bana öyle geliyor ki, nereye geldiğimizi görmemek hususundaki bu kararlılık… Ne bileyim, biz gençken istasyona sosyalizm treni gelmişti, akranlarımın bir bölümü hevesle o trene atladılar. Şimdi o trenin varmayı vadettiği yere geldik. Bazen diyorum kendi kendime, “ulan gelmek istediğimiz yere geldik ama bizim tren yolda su kaynattıydı, dolayısıyla gelmemiş olmamız lazım, bu işte bir bit yeniği var” diye mi düşünüyorlar acaba. Böyle naif, böyle iyimser oluyorum ara sıra.

Sonra birden hatırlıyorum ki, o trene hevesle binenlerin pek çoğunun derdi trenin varış istasyonu değildi. Yani nereye varılacağı değildi. Aslında trene binmeden önce trenin nereye gidiyor olduğunu bile okumamışlardı. Tek dertleri, başkaları yaya iken trende olmaktı. Ben, kendi hesabıma, o trenin gideceğini iddia ettiği yere varamayacağını o yaşlarda idrak etmiş değildim. Yine de trene binmedimse, kendime onlarla aynı trende olmayı yakıştıramamış olmamdan.

“Siz ahali için şunu istiyorsunuz ama onlar başka şeyler istiyorlar” dediğimde, “onlar ne istemeleri gerektiğini bilmez” diyorlardı mesela. Trene, bilenlerden sayılma imtiyazına sahip olmak için atlamışlardı. Bilip bilmemeleri mühim değildi. Bilenlerden sayılmak… Kâfiydi.

Yine de onlara çok şey borçluyum. Birbirlerini günahları kadar sevmiyor görünen Murat Sevinçgillerin Hayrettin Karamangiller ile ortak noktaları ne ise, onları tespit edip karşısında durmakla geçti ömrüm. İyi oldu, hoş oldu. İnsanlığın nasıl yol aldığı ve nereye vardığı, mezkûr zevatı ilgilendirmiyor. Daha doğrusu, insanlığın nereye vardığı, nerede olduğu konusunda bir kaygı yoksa, kendilerine iş yok, yer yok. Mesele onları bu kadarıyla ilgilendiriyor.

Dolayısıyla… Görüyorsunuz işte.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et