At ve Kale

Ankara’da AKP-MHP bloku 2014’te mahalli seçimlerde 52,6, 2018’te genel seçimde ise ise 53,5 oy almıştı. İstanbul’da ise bu oranlar sırasıyla 52,0 ve 51,0 idi. Evet, Kürt oyları İstanbul’a kıyasla Ankara’da çok düşük olduğundan, CHP ve İyi Parti oylarının toplamı da İstanbul’da Ankara’ya kıyasla daha düşüktü.

Elinizde sadece bu veriler olsa ve Kürtlerin de CHP adaylarını destekleyeceğinin varsayıldığını biliyor olsanız, iki şehirden birini CHP’nin kazanacağı, diğerinin pata biteceği söylense, paranızı hangisine yatırırdınız?

Seçimlerin böyle basit matematikle analiz edilemeyeceğini söyleyip duruyorum. Ama başka veriler de AKP’nin İstanbul’u kaybetmesinin Ankara’yı kaybetmesinden daha kolay, daha muhtemel olduğunu gösteriyordu. Bunları şimdi söylemiyorum. Seçimden çok öncesinden başlayarak, çok sayıda faktöre yaslanarak ve üzerine kendi gözlemlerimi ekleyerek, İstanbul’un düşmesinin daha beklendik bir şey olduğunu söyledim, yazdım.

Tersi oldu.

Benim tahmin beceriksizliğime verebilirsiniz. İtiraz edemem.

Kürtlerin sandığa gitmekte isteksiz olduklarını söyleyebilirsiniz, Bekir Ağırdır öyle ima ediyor. Ben, sandık bazında analiz yapmadan bu tür bir tespitte bulunmanın doğru olmadığı hususunda Ağırdır’a katılsam da, 2018’de HDP’nin en yüksek oy aldığı Esenyurt, Sultanbeyli, Arnavutköy, Sancaktepe, Zeytinburnu ve Sultangazi ilçelerinde seçime katılım oranlarının hiç de düşük olmaması gibi verilere yaslanarak, kendi gözlemlerimde ısrarlıyım: Kürtler sandığa kararlılıkla gittiler ve İmamoğlu’na oy verdiler. (Daha ileri gideyim, son gün Demirtaş’ın çağrısı olmasaydı da aynı şekilde davranacaklardı, Demirtaş’ın öylesini istediğini/isteyeceğini düşünüyorlardı.) Dolayısıyla Kürtlerin, İmamoğlu onları ne kadar görmezden gelse de, iktidar blokunun geriletilmesi görevlerinden kaytardıkları iddiasına itiraz ederim.

Bir üçüncü sebep daha olabilir: İstanbul ile Ankara arasındaki fark, İmamoğlu ile Yavaş’ın performansları arasındaki farktan kaynaklanıyor olabilir.

Evet, hoşunuza gitmeyeceğini biliyorum ama —ne yazık ki— İmamoğlu’nun başarısız olma ihtimali de var.

***

Bana göre üç ayrı İmamoğlu performansı var: (a) 31 Mart’a kadarki performans, (b) 31 Mart gecesindeki performans ve (c) 1 Nisan’dan sonraki performans.

31 Mart’a kadarki performansı düşük buluyorum. Öyle buluyordum, şimdi de öyle buluyorum. Olağanüstü bir kanama yaşayan İstanbul’a “beni sevin” demekle iktifa etmenin, ülkenin en iddialı insanlarının yaşadığı şehre hayatın ucuzlayacağını vadetmenin, en azından orantısız olduğu kanaatindeydim. Burnundan soluyan şehrin öfkesine sahip çıkılmasının, o öfkenin dili olmanın icap ettiğini iddia ediyordum. Bunu derken “siz de öfkelenin, öfkeli görünün, öfkeyle saldırın” diyor değildim elbette. Ama seçim gecesi İmamoğlu gösterdi ki, bağırıp çağırmadan da acıtmak, rakibin canını yakmak mümkünmüş.

31 Mart gecesindeki İmamoğlu, bence müthişti. Daha önce hakkında konuştum, yazdım, tekrarlamaya lüzum yok.

Ve fakat… 1 Nisan’dan bu yana dehşet verici bir başarısızlık var. Yazmakla bitmez. Birkaç misalle, birkaç noktaya değineyim:

Birincisi… Mesela Bahçeli çıkıp, “sokağa filan çıkmaya kalkmayın” mealinde laflar etti, cevapsız kaldı. Ama kadının biri Erdoğan’a “eşim belediyede çalışıyor, biz ona [İmamoğlu’na] hizmet edemeyiz” dedi, cevabını aldı. Tam tersi olmalıydı. Ama hep duymazdan gelinmesi gerekenlere laf yetiştirildi, işitilmesi ve —lisan-ı münasiple— “sana ne oluyor lan” diye karşılanması gerekenler işitilmedi.

İkincisi… Yukarıda söylediğimin uzantısı olarak, Erdoğan ve Bahçeli’ye “mazbatamı verin” yalvarması biçiminde algılanabilecek bir biçimde konuşuluyor. Erdoğan ve Bahçeli, oyunun tarafları. Onları oyunun sahibi, İstanbul seçimi hakkında hüküm sahibi olarak görmek ve göstermek yanlıştı. Bu yanlış, dozu artarak sürüyor. İmamoğlu seçmenin sağduyusuna seslenmesi gerekirken, AKP’nin sağduyusuna sesleniyor. Seçmeni “oyunu verdi, işini yaptı” ve “oyları koruyor, işini yapıyor” pozisyonuna itti. Hâlbuki seçim seçmenindir.

İmamoğlu’nun bilinçaltına da, “siyaset oyunu büyüklerin kendi aralarında oynadığı bir oyun” olarak yerleşmiş besbelli. Oyun böyle oynandığında, yani İstanbul’u sana Erdoğan ve Bahçeli vereceklerse… Vermezler. “Ama kurallar” filan diyeceksen, çok saf olmalısın. Kuralların filan iplenmediği, keyfi bir oyun oynandığı hanidir aşikâr. “Mesele İstanbul olduğunda o kadar keyfi davranamazlar” diye varsaymışsan, evet, bir ölçüde haklısın. Ama bir ölçüde… Senin İstanbulluların direncini örgütleyebilmen gerekiyor mesela.

Esasen seçim öncesinde “böyle olmaz” dememin sebeplerinden biri de, “şimdi keyfiliğe itiraz edilmezse, seçimden sonraki keyfiliklere itiraz havada kalacak” şeklinde özetleyebileceğim kaygımdı. “Seçimi kazansanız ve Ankara, İstanbul başkanlarının yerine kayyum atasalar, veya belediyelerin imkanlarını kuşa çevirseler ne yapacaksınız” diye soruyordum CHP’lilere —seçimden sonra lazım gelecek barikatı seçimden önce inşa etmenin gerekliliğine işaret etmek için. Yapılmadı.

Üçüncüsü ve sonuncusu, İmamoğlu kendi kendisini yalnızlaştırdı. Partisinin yanında yer bulamamasını kast etmiyorum, o iyi oldu. Ama ülkenin dört bir yanında kendisiyle benzer kaderi paylaşan sayısız oyuncu var, onlar üzerinden cepheyi genişletmesi lazımdı, meseleyi bir prensip meselesi haline yükseltmesi gerekiyordu, bir mazbata meselesi haline indirgedi.

***

Bütün bunları İmamoğlu’ndan ümidimi kestiğim için yazmıyorum. Aksine, hâlâ ümitli olduğum için yazıyorum. Ama esas derdim Sevan Nişanyan’a laf yetiştirmek. İstanbul-toto adlı yazısında siyasi tahminler hakkında hoş tespitlerde bulunmuş. Doğru anladıysam, Türkiye’nin son dönemde başına gelenleri, esas oğlan Erdoğan olmak üzere birkaç aktörün şahsi donanımlarıyla açıklamış. Dahası, tahminlerini hep öyle, birkaç aktörün maharetlerine, yapıp ettiklerine yasladığını anlıyorum. Daha da dahası, zaten öyle yapılması gerektiğini varsaydığını da…

Ben ise tam aksini düşünüyorum.

Aktörleri önemsiz görmüyorum ama aktörlerin imkânlarını ve sınırlarını toplumun dokusu belirler bana göre. Nişanyan’ın 17/25 Aralık misali üzerinden gidersek, o süreçte neticeyi belirleyen Erdoğan’ın dehası filan olmadı. Karşısında toplum hakkında azıcık bilgi sahibi herhangi bir aktör olsaydı, Erdoğan yaptığı —Nişanyan’ın deha olarak yorumladığı— o hamleyi yapamaz, yapmaya teşebbüs etse tarumar olurdu. Toplumun o dönemdeki dokusuna muhalif bir hamleydi o.

“E işte, sen de itiraf ettin, demek ki toplum etkisiz elemanmış” diyebilirsiniz. Dememelisiniz. Derdimi anlatmak için, izin verirseniz, satranç metaforuna müracaat edeyim. 17/25 sonrası tahta, Erdoğan’ın hangi meşru hamleyi yaparsa yapsın, iki hamlede mat olacağı bir kompozisyona sahipti. Toplum dediğim şey işte o tahta. Erdoğan’ın karşısındakiler saçma bir hamle bile yapmadılar. Erdoğan da atını kale gibi oynayıp, çıktı kuyunun dibinden —Nişanyan’ın deha olarak değerlendirdiği şey, bence, aha işte o atı kale gibi oynama fiili.

Toplum, siyaset sahnesindeki muhtelif aktörlere, başını ağrıtmaya başlamış olan Erdoğan’ı mat etmek için lazım geleni verdi. Toplumun yapacağı, yapabileceği budur. Potansiyel yaratmak. O potansiyeli kinetik enerjiye dönüştürmek siyasi aktörlerin işidir. İşi de kinetik enerji yapar.

Erdoğan 17/25 Aralık’tan çıktı. Kendisine, ülkenin siyasi sistemine, topluma çok ağır bir faturası oldu bu çıkışın. Elbette Erdoğan’ın umurunda olmaz o fatura. Ama muhalefet için daha da elverişli bir sosyal ortam ortaya çıktı. Nitekim 7 Haziran’da, muhalefet herhangi bir akıllı iş yapmadığı halde, toplum Demirtaş’tan bir kahraman imal ederek filan, ağır bir ceza kesti. Erdoğan yine atı kale gibi oynamak zorunda kaldı.

Ortada deha filan yok. Kuralları çiğneyerek bugünü kurtarmaktan başka çaresi olmayan bir zavallı satranç bilmez var. Ve karşısında kimse yok. Yoksa toplum, defaatle, kendi hissesine düşeni yaptı. En son da 31 Mart’ta…

31 Mart seçim gecesi “seçim berabere bitti” dedim diye bana pek kızılmış. Ortada bir zafer varmış da ben küçültüyormuşum. 30 Mart günkü toplum, iddia ediyorum, “yok bundan böyle atı kale, piyonu fil gibi oynamak” diyen, diyebilecekmiş gibi görünen bir tek aktör bulsaydı, Erdoğan tarumar olurdu. Dişe dokunur hiçbir şey yapılmadan bu kadar oldu.

***

31 Mart öncesinde “Erdoğan seçimle yenilebilir, toplum müsait” dediğimde bana gülenler, şimdi, “ya seçimle yenilebilirmiş, bak ne güzel ispatladık” diye salınıyorlar ortada. Her nasılsa keşfettikleri şeyi sanki başından beri biliyorlarmış gibi konuşuyorlar.

Şimdi “ulan seçim yenilenirse ne biçim hezimete uğrar Erdoğan” hayalleri bile kuruyorlardır. Ama öyle olmaz. Seçim yenileme filan gibi bir karar çıkarsa, Erdoğan bu defa piyonu vezir gibi oynamaya kalkar… Oynar.

Toplum, verdiği oyların hakkının korunmasını da talep eder. Biri çıkacak “sokağa çıkmayın, tepeleriz” diyecek, öteki çıkacak “bütçelerini kısarız, mecliste baltalarız” diyecek, sesiniz çıkmayacak. “Ama insaf edin” makamından “mazbatayı verin de sonra ne yapacaksanız yapın” manasına gelecek şeyler söyleyeceksiniz… Sonra “toplum dindar azizim”…

Basit bir düşünce deneyi: Erdoğan “Kürt açılımı” dediğinde oy aldığı aynı milyonlarca kişiden “Kürtleri vuruyorum ne güzel” dediğinde de oy aldı. Yarın “din bu değil, başörtüsü de farz değil” dese almayacağının garantisi var mı? Veya? Daha doğrudan sorayım, Erdoğan’a oy veren milyonlar Kürt düşmanı mıymış, barışçı mı? Meselemiz din, Kürt meselesi filan değil. Toplum köşeye sıkışmış halde, bir çıkış arıyor. Tahtayı diziyor. Erdoğan maçı alsın diye dizmişti, oynayamadı, ağzına yüzüne bulaştırdı. Şimdi onun kaybettiği biçimde diziyor, oynamıyorsunuz. Eh, o halde de atı kale gibi oynayan kazanıyor.

Sonra da Nişanyan deha filan buluyor, hamleye bakıp.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin