Bence de Yeniden Düşünmeli

Geçen gün dedim ki mealen, “Biz genellikle heuristiclerle karar veririz ama Aydınlanma aklı bize hesap yapmayı emreder.
Yaşlanıyorum herhalde. Eski defterleri karıştırmaya başladım. Turing Testinden söz etmemişim burada, heuristiclerden söz etmemişim ve… Meğer bricoleur kavramından da söz etmemişim —hepsi de bir vakitler favori kavramlarımdı.
Devam etmeden hatırlatayım, beni ilgilendiren şey kişi veya toplulukların niyetleri değil, metotları —herkesin başkalarını kötücüllükle itham etmek için kâfi veri var elinde. Hesap yapmak bir metottur, heuristiclere müracaat etmek de başka bir metot. İddiam da o ki, eğer kararların hesaplara dayandırılması gerektiği kanaatine sahip iseniz ve dünyayı buna göre düzenlemeye heves ederseniz, niyetiniz ne kadar iyi olursa olsun… Ortaya boktan bir şey çıkar.
Gelelim bricoleur kavramına… Levi-Strauss’un, yanlış hatırlamıyorsam Yaban Düşünce’de gündeme getirdiği bir ayrım vardı. Modern insanın mühendisçe tutum almasına mukabil, yaban insanları bricoleurca tutum alıyordu.
Yani nasıl?
Siz, günümüzün yeterince modernleşmiş bir toplumunda mesela, bir konut inşa etmeye mi karar verdiniz? Oturup gönlünüze göre bir proje çizdiriyorsunuz. Sonra o projeyi gerçekleştirmek için uygun çelik belki Rusya’dan, çimento bilmem kaç yüz kilometre ötedeki bir fabrikadan, seramikler tercihan İtalya’dan… Yaban insanı ise öyle davranmıyor. Barınağa ihtiyacı olduğuna karar verdiğinde, elinin erdiği yerde var olan ne varsa onları, kendisini rüzgârdan, yağmurdan, sıcaktan, soğuktan, yabani hayvanlardan koruyacak şekilde örgütlüyor. Bricoleurca davranmış oluyor.
Zemeckis’in Cast Away filmini hatırlayanlar vardır. Bir kargo uçağı düşer, Chuck Noland (Tom Hanks) Güney Pasifik’te bir adada kendine gelir. Uçakta bulduğu şeylerle hayatta kalmaya çalışır. Bir tiyatro kostümünün dantellerinden balık ağı olarak yararlanır. Bir buz patenini bıçak olarak kullanır. Ve nihayet… Bir voleybol topundan kendisine arkadaş olmak üzere Dr. Wilson’ı yapar.
Aydınlanma aklı böyle fantezilerden hoşlanmaz. Bıçak lazımsa bıçak bulacaksın. Bulamazsan? Kaderine —yani elbette kadere değil, içinde dünyaya geldiğin topluma— küsersin. Filan.
Evrim bricoleurca bir süreçtir. Medeniyet de öyle. İnsan beyni de büyük ölçüde öyle işler.
Metot bricoleurca olunca, aşkınlık iddiası gülünç olur.
Ümit Kıvanç, adı beni heyecanlandıran bir yazı yazmış (https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/12/19/yeniden-dusunsek-mi-bazi-seyleri/). Bir yerinde diyor ki “Bu da Aydınlanma’nın değil, akranı kötü çocukların kabahatiydi; bahsedeceğiz bundan.” Hâlbuki sözünü ettiği —ve şikâyetçi olduğu— bütün aşkınlık iddiaları, Aydınlanma’nın çocukları. Eğer Aydınlanma’yı niyetiyle değil de metoduyla değerlendirirseniz, zannımca siz de bana katılacaksınız. Zaten inanma ihtiyacını ortadan kaldırma iddiasının kendisi devasa bir proje. Bilme dediğimiz şey, ancak altına inanma yastığı koyarsanız gerçekleştirilebilir bir fiil. İnsan zihninin işleyişi öyle.
Yani mesela Russell, Aydınlanma aklının en saf temsilcisi olarak, sıfırdan, hiçbir ön kabule yaslanmadan sayı teorisini kurmaya kalktığında, şuna inanmıştı: Paradokslar kötüdür ve onlardan arınmış bir sistem kurulmalı. Neden öyle olsun? Veya… Hadi öyle olsun ama bu, başlı başına bir inanç meselesi değil mi? Nereden, hangi öncüllerden türetilmişti? Hiç.
Russell ateistti ve sahici bir ateistti. Kendi döneminde moda icabı ateistleşenler için istihzayla, “o öyle herkesin olabileceği bir şey değil” demek zorunda da kalmıştı. Ama ateist olmak, hiçbir şeye inanmamak manasına gelmiyor. Mesela, her şeyden önce, bilebilir olduğuna, biyolojinin bilmeye uygun olduğuna inanman gerekiyor. Sonra mesela, şeyler arasında tekrarlanan gözlemlerin nedensel ilişkilerden kaynaklandığına, demek ki âlemin nedensel ilişkiler barındırdığına inanman gerekiyor. Bu ve benzeri sayısız inanç unsurunun hiçbiri herhangi bir öncüller setinden türetilmiş değil.
Yani?
Aydınlanma elbette inanma ihtiyacını bertaraf edemez. Öyle bir vaadi olduğunu varsaymak ne kadar tuhaf. Aydınlanma bir başka dindir. Pekâlâ büyük bir devrim sayılması gereken ve insanoğlunun macerasının en saygıdeğer pasajlarının proloğu sayılması gereken Hümanizmayı iğfal eden bir dindir. Hümanizma bize, bizim de gücümüz olduğunu, başımıza gelenlerden başka özneleri suçlayarak kurtulamayacağımızı söylemişti. Bizi sorumlu kılmıştı. Aydınlanma, bizi hak sahibi kıldı. Daha önce tanrıların imtiyazı olan hakları bize devretti.
Ve işte görüyorsunuz… Stalin o hakkı kullanmıştı. Hitler de… Ümit Kıvanç da aynı hakkı kullanıyor. Herkes bir büyük projeyi, mesela adil ve eşit bir dünyayı inşa etmeyi niyet olarak benimsemiş olmanın arkasına saklanarak, kendileri gibi düşünmeyenleri suçlamak, kötülükle itham etmek ve gerekirse imha etmek hakkını kendisinde görüyor.
Tanrıları ortadan kaldırmak bir şey. İnsan aklını, hele ki Russell ve sair adamların akla saydığı şeyi, yani “aynı öncüllere aynı kurallar tatbik edildiğinde, herkes aynı neticeye ulaşır/ulaşmalı” varsayımıyla evrenselleştirilmiş tuhaf nebatı tanrı yerine istihdam etmek, bambaşka bir şey. Gerçekte akıl, insan aklı, tarih bize defalarca gösterdi ki, bu varsayımın tam da zıddına işler. Eğer bir dizi öncüle belirli kurallar tatbik edildiğinde çoğunluk aynı neticeye ulaşıyorsa, o neticenin tam zıddına ulaşan birileri de mutlaka çıkar. Çünkü aklın projesi olmaz, bricoleurca davranır. Bricoleurlar aynı malzemeyi sayısız başka biçimlerde örgütleyebilirler/örgütlerler. Aynı kargo uçağıyla aynı Pasifik adasına siz düşseniz, Zemeckis’in anlattığından bambaşka bir maceranız olurdu. Aydınlanma işte bunu hazmedemiyor.
Sonra da Stalin filan.
Sonra da Stalin’e söverek kendimizi ahlaken temizleyip, Stalin’in kaldığı yerden…
Geçiniz.
Niyetleri kimseyi kurtarmaz. Metot faşizansa, ortaya faşizm çıkar. Aydınlanma faşizan bir dünya tasavvurudur ve bütün çocukları faşizandır. Bütün çocukları. “Ah ama biz herkesin eşit olmasını istiyoruz” diyenlerin hepsi neticede bir tür faşizm inşa ettilerse, hiçbirinin adının Ümit Kıvanç olmamasından kaynaklanmıyor. Ümit Kıvanç’ı kurtaran, Stalin’in sahip olduğu imkânlara sahip olmamasından ibaret.
Dinler, Aydınlanma tarafından iğfal edilene kadar, bricoleurca heuristiclerden ibaret idiler. Aşkınlık iddiaları yoktu. Nasıl olsun, aşkınlığı insandan ve hatta dünyadan çok uzaklardaki bir özneye iliştirmiş, bu dünyadan uzaklaştırmışlardı. Dinleri zıvanadan çıkaran, dünyadaki her şeyi zıvanadan çıkaran, Aydınlanma’dır. Muhayyel, Platonik bir toplum rüyasına, bugünü, hayatı kurban etme iştiyakı, hevesi, Aydınlanma’nın eseri. Asrın şeysi dibine kadar Aydınlanmacı biri ve onun şapkacılarının hepsi de…
Aydınlanma bizi zenginleştirdi. Bir işe yaradı yani. Çünkü zaten bütün faşizmler, bütün demokrasilerden, iktisadi olarak daha verimlidir. Neden öyle olduğunu teorik olarak ortaya koymak kolay ama lüzum olduğunu zannetmiyorum. Pratik olarak bakınca, Stalin Rusya’sı ve Hitler Almanya’sı kadar olağanüstü bir hızla iktisadi zenginlik üreten başka hiçbir toplum yok.
Mukabilinde, Aydınlanma bizi, muhtelif aşkınlık iddialarına ve onlara yaslanan muhtelif faşizmlere mahkûm etti. Yeniden düşünmeye başlanacaksa, bence, burası iyi bir başlangıç noktası.