Boş Kostüm

Türkiye’nin Cumhurbaşkanının başkanlığındaki heyet, Ankara’da ABD Başkan Yardımcısının başkanlığındaki heyetle müzakerelerde bulunup bir mutabakata varıyor. Müzakere edilen mevzu Suriye’de geçiyor. Mevzuun tarafları TSK ve onun desteklediği Suriye Milli Ordusu denen tuhaf oluşum ile Suriye Kürtleri.

Bütün bu olup biteni normal karşılıyorsanız, “kim kazandı, kim kaybetti” veya “kim daha az kaybetti” diye düşünmeye geçiyorsanız, “bundan sonra ne olur” diye sorup kestirmeden cevaplar bulabiliyorsanız, bence ilk paragrafı bir daha okuyun.

Suriye’nin kuzeyinde olup biten şeylerin alışılageldik anlaşmazlıklarla da, o anlaşmazlıklara yapılan alışılmış silahlı müdahalelerle de bir alakası yok. Dediğim gibi olay Suriye’de geçiyor ve fakat dövüşen tarafların her ikisi de Suriye devleti açısından gayrimeşru. Müzakerelerde taraflardan biri yok, onun yerine ABD var. Bu da manasız bir hal. Üstelik ABD’nin kendisi de Suriye açısından gayrimeşru bir güç. Güya meşruiyet kazanmak için koalisyon güçleri filan diye kamuflaj yapmıştı. Ancak Ankara’da o güya koalisyonun ortakları da yok. Ankara’da bulunsalar zaten mutabakat sağlanan metni onaylayacakları meçhul.

Bu şartlar altında değerlendirme yapmak da, tahminde bulunmak da saçma.

Biz başka bir şey yapalım.

31 Mart ve özellikle de 23 Haziran sonrasında momentum muhalefetin, bilhassa CHP’nin eline geçmişti. 1 Nisan’dan itibaren bu momentumun kolaylıkla kaybedilebileceğine dair, yazdım, konuştum. Muhalefetin, özellikle de CHP’nin elde edilen momentumu ihtimamla koruyup geliştirmesi gerektiğini iddia ettim. CHP’nin bu işi ağzına yüzüne bulaştıracağını tahmin ettim.

Ne oldu şimdi?

Top kimin ayağında?

Bildiğim CHP’liler “e iyi ama beklenmedik şeyler oldu, milli mesele” filan diye geveleyip duracaklardır. Olup biten hiçbir şey beklenmedik bir şey değildi. Olup biteni beklemeyen, sadece CHP idi. “Canım adam iktidar, devlet elinde” demenin de bir manası yok. Böyle demenin manası olsa, dünyanın herhangi bir yerinde de –ve Türkiye’de de– iktidarı değiştirmek imkânsız olurdu.

Türkiye’nin bir tek meselesi var: CHP. Türkiye’yi, dünyayı okumaktan aciz, zaten Türkiye’yi, dünyayı okumaya hevesi veya niyeti bile olmayan, tuhaf bir oluşum.

Geçende CHP’ye dokundurduğumda İzzet, Nassim Nicholas Taleb’i hatırlattı. Taleb de benim gibi Darwinci. Darwinci denince, hele sosyal mevzularda Darwin’den söz edince, hemen herkesin aklına “güçlü olan güçsüzü yer” klişesi geliyor. Hâlbuki mesele öyle değil. Sinekler aslanlardan çok güçsüz ama varlar, varlıklarını sürdürüyorlar.

CHP’ye dokundurduğum mevzularda Taleb’i hatırlamaya yol açan, Taleb’in Skin in the Game tespiti. Bu İngilizce deyimi kelimesi kelimesine çeviremeyiz ama Türkçedeki “kelleyi koltuğa almak” veya “gemileri yakmak” deyimleriyle karşılayabiliriz herhalde.

Taleb işaret ediyor ki, günümüzde yeni bir insan kategorisi zuhur etti. Risk almadan, daha doğrusu başkaları adına risk alarak prestij ve para kazanıyorlar. Kendisinin esas alanı ekonomi olduğundan, hedefinde özellikle finansal danışmanlar, gurular, akademisyenler filan var. Onları “boş kostüm” olarak tanımlıyor. Yaptıkları –daha doğrusu yaptırdıkları– tercihin yanlış çıkması halinde hiçbir fatura ödemeyen, ödemeyecek olan insanlar. Tercih doğru çıkarsa elbette ödüllendirilecekler.

Taleb, yapılan tercihlerin doğru olması durumunda kazanacak olanların, tercihler yanlış çıktığında fatura ödemeleri gerektiğini, aksinin evrimin işleyişine aykırı olduğunu söylüyor. Evrimin işleyişine aykırı olursa ne olur? Sistem topyekûn çöker.

Çiller, DYP kazanırsa/kazandığında, Başbakanlık koltuğuna oturmak dâhil her türlü ödülü alacaktı/aldı. Ancak DYP kaybettiğinde hiçbir fatura ödemedi. Ödemeye yanaşmadı. Taleb’in tanımına göre boş bir kostümden ibaretti. DYP kaybettiğinde, partinin içinde kendisine fatura ödettirme ihtimali olan kim varsa budadı, yerlerine kendisi gibi bomboş kostümler getirdi. DYP buhar oldu. Türkiye de bir yığın şey kaybetti.

Kılıçdaroğlu, Türkiye’nin görüp gördüğü belki de en boş kostüm. Yanına yamacına kendisinden de boş kostümleri yığdı. “Ulan Kılıçdaroğlu giderse bunların biri gelecek, Kılıçdaroğlu diğerlerinin hepsinden iyi” yaygarasıyla yerini koruyor. Bunu da âleme siyaset diye pazarlıyor. Hiçbir kaybın hiçbir faturasını ödemeyecek olan adamlar ve kadınlar, kendi değer yargılarına göre kendilerini pek değerli görmeyi sürdürebiliyorlar.

Siyaset bir pazar. İnsanlar mesela çocuklarına futbol veya voleybol topu olmak için pazara gelmişler, siz onlara balon satmaya çalışıyorsunuz. Almıyorlar. “Ulan bu da yuvarlak işte, üstelik daha da hafif ve ucuz, bu ahalide iş yok” deme lüksüne sahipseniz, demek ki, hiçbir satış yapmadan da karnınızı doyurabiliyorsunuz.

Demek ki…

Birilerinin kazancına, muhtelif dolambaçlı yollarla el koyuyorsunuz.

Hesap son derece basit. Kılıçdaroğlu ve parti görünümlü çetesi, en ufak bir risk almadan, pazarda tezgâhın başında bekleyerek ve kendi aralarında müşterilere sövüp durarak, karınlarını doyurabiliyorlar. Onlar orada böyle durup durdukları için de, sattığı malın hiçbir değeri olmayan ama hiç değilse risk alan Erdoğan, bunları dövüp duruyor.

Ve sistem topyekûn çöküyor.

Sonra?

“Vay, emperyalistler Türkiye’ye şöyle oyun oynadılar” da…

Beyzadeler hem İspanya’ya çıkacaklar, hem Cebeliktarık’ta gemilerini her ihtimale karşı bırakacaklar, hem de İspanya’yı fethedecekler. Olmayınca… Ama İspanyollar şöyle, ordu böyle…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin