Devlet ve Tekalifi Milliye

Ümit Kıvanç, Britanya Tıp Birliğinin bir genelgeyle triyaj yetkisini hekimlere devretmesi üzerinden, medeniyetimizin iflasını ilan etmiş. Suçluyu da teşhis etmiş —zaten o suçlu hep elinin altında, araması gerekmiyor.

Önce…

Solunum cihazı yetersizliği sebebiyle triyaj ihtiyacının hâsıl olması, evet, Kıvanç’ın öfkesini, hatta daha fazlasını haklı çıkaracak kadar büyük bir basiretsizlik. Hele ki benzer bir şeyin Türkiye’de vuku bulması durumunda olabilecek olanları tasavvur etmek bile tüyler ürpertici. Solunum cihazı önceliklerinin başı örtülü, İmam Hatipli olanlara verilmesi, hatta diğerlerine boşta solunum cihazı olsa bile verilmemesi, mesela Cem Küçük gibileri tarafından, pekâlâ teklif ve müdafaa edilebilir. Şahsı ve işkillisi de, bu duruma itiraz etmenin bir darbe teşebbüsü manasına geldiğini, pekâlâ, yüzümüze baka baka iddia edebilirler.

Şimdi gelelim, zurnanın zırt dediği noktaya…

Bundan seksen yıl önce, savaşa giren bütün devletler, sanayilerini neredeyse akşamdan sabaha savaşa tahsis ettiler. Yani, diyelim dikiş makinesi üreten bir fabrika tank paleti, tarım amaçlı su motoru üreten bir fabrika uçak motoru üretecek şekilde dönüştürüldü ve bu işlem, neredeyse göz açıp kapayana kadar oldu.

Aradan geçen seksen yıl içinde sınai imalat olağanüstü esnekleşti. CNC’ler seri imalat zaruretini neredeyse ortadan kaldırdılar mesela. Dolayısıyla da birçok sınai tesis, aynı tezgâhları, sabah başka, öğleyin başka, akşam başka, gece başka amaçlarla kullanabilir hale geldi. Bu şartlar altında, dünyada, mesela solunum cihazı kıtlığı çekilmesini benim aklım almıyor. Solunum cihazı yetersizliği yüzünden triyaj ihtiyacı doğmasını… Hiç almıyor.

Hadi diyelim Lombardiya’sınız. Birden, bir şok dalgası halinde hastanelere hasta hücum etti, hazırlıksız yakalandınız. Kısıtlı sayıdaki solunum cihazını “şunun için mi kullansak bunun için mi” tercihiyle karşılaştınız. İyi ama… En çok bir hafta içinde böyle bir problemin kalmamış olması gerekir, benim sınai imalat hakkında bildiklerime göre.

Öyle olmadı. Bir savaşa girse bir haftada İHA, SİHA imalatını yüz katına çıkarmayı becerebileceğinden hiç şüphe etmediğim İtalya, solunum cihazı imal edemedi.

Aynı İtalya’da, birkaç genç, ellerindeki 3D yazıcılarla, ihtiyaç olan bir parçadan lazım geldiği kadar imal ettiler ve cihazın lisansına sahip olanlarca tehdit edildiler.

“Aha işte kapitalizm. Lisanstı, patentti filan diye, insan canını hiçe sayıyor filan…”

Diyebilir misiniz?

Hani popülizm dalgası vurmuştu dünyayı? Binersin tepesine lisans sahibi firmanın, bütün ahalinin alkışını da alırsın. Tepesine binmene de lüzum yok, milyarlarca dolarlık paketler açıklıyorsun, verirsin bir milyon dolarını üretici firmaya, alırsın lisansı, kamuya açarsın.

Öyle şeyler de yapılmıyor.

Ve… İtalya’da bunlar yaşandıktan bir ay sonra, öyle anlaşılıyor ki, Britanya’da benzer bir problem ortaya çıkıyor. Benim için bütünüyle anlaşılmaz bir hal bu. Bütünüyle…

Kıvanç olsaydım şıp diye anlayacaktım, kapitalizmin, sağlık sisteminin özelleştirilmiş olmasının, neoliberalizmin işi bu. Ama Kıvanç değilim, anlayamıyorum. Britanya devletinin elini bağlayan ne? “İtalya’dan gördüğümüz kadarıyla işler şöyle gelişiyor, Britanya’da böyle gelişebilir” diye öngörüp, filanca firmaya parası mukabili sipariş verip, şu kadar solunum cihazı ürettirip, onları da kamu/özel bütün hastanelere bilabedel vermeye mani olan şey ne? Bu işten kâr etmeyi hayal eden birileri, devlet böyle bir iş etse, bundan memnun kalmazlar, tamam. İyi de, popülist Muhafazakâr iktidarın muhtemel kazancı yanında, mezkûr müteşebbisleri darıltmanın lafı mı olur?

Sahiden anlamıyorum.

Ve anladığım mevzulara döneyim.

Kıvanç soruyor: Neden devletlerin yurttaşlarını kurtaracak kadar solunum cihazları yok?

Harika. Sormaktan fevkalade haz duyacağım, günde beş vakit sorsam sıkılmayacağım soru işte bu. Yukarıda da işaret ettiğim gibi, bana kalırsa pandemiden önce, muhtemel bir pandeminin gerektireceği kadar cihazın stoklanmamış olmasını anlayabilsem de, aradan geçen bunca süre içinde, sınai imalat bu kadar esnekleşmiş iken, hatta ihtiyaç fazlasının neden ürettirilememiş olduğunu sorarım ben. Meseleyi kapitalizme, neoliberalizme ve saireye getirmeden, “ulan madem devletsiniz, işkillenmeyi biliyorsunuz da solunum cihazı ürettirmeyi neden akıl etmiyorsunuz” diye sorarım.

Anlamadığımı söylediğim meseleyi anlamaya çalışırken, anlamama yardımcı olabileceğini düşündüğüm insanları arayıp dururken öğrendim ki, Koç Grubu, beyaz eşya üreten fabrikalarından birinde, solunum cihazı imalatı için çalışmalara başlamış. Bir prototip üretmişler de yani. Galiba başarılıymış da…

Koç Grubu zamanında ve yeteri kadar solunum cihazı imal edebilir ve satarsa, işte kapitalizm —ne biçim kâr edecek. Satmaz da hastanelere bağışlarsa, işte yine kapitalizm —Koç Grubu bu sayede, on milyonlarca dolarlık reklam harcamasıyla elde edemeyeceği bir marka değeri kazanacak.

Bu arada da ölmeyebilecek olanlar ölmeyebilecekler. Hmmm. Koç Grubunun ve kapitalizmin bir başka oyunuyla karşı karşıyayız galiba!

Her halükarda bizim sorumuz orada, cevapsız duruyor olacak: Devlet —daha genelde devletler— çözümü bu kadar basit olan bir problemi neden çözmediler/çözemediler? Kapitalizme uygun olup olmadığına bakmadan, yığınla, çok maliyetli tedbirler açıklayıp duran devletlerden söz ediyoruz. Ve buna benzer —devletleri sanık sandalyesine oturtacak— en az kırk tane soru üretebiliriz, sadece şu son üç aydaki gelişmelerden…

Ama sormuyoruz.

Kıvanç mesela sorar gibi, devleti sanık sandalyesine çağırır gibi yaptığında, tam devlet sandalyeye oturacağında, eliyle şöyle bir işaret yapıp, “sen dur biraz, önce kapitalizmin, özelleştirmenin, neoliberalizmin ifadesini alalım” diyor. Bir önceki duruşmada da zaten, “gençlik kültürü, mençlik kültürü” ayağına, sıradan —aldatılmış, neoliberal söylem tarafından baştan çıkarılmış— insanlardan sıra gelmediydi devlete…

Nasıl bir gözlükse artık, merceği bir türlü odaklanamıyor yani. Tam “aha işte suçluyu bulduk” diyecekken odak kayıyor, sokağa çıkan sığırları, market raflarını boşaltanları, fahiş fiyata maske satanları, gençlik kültürü propagandasına kanıp fit kalmaya çalışanları —net toplamda, kabaca hepimizi— gösteriyor. Yeniden odaklıyorsun, yine kayıyor, neoliberalizmler, küreselleşmeler filan…

Neden bir türlü devletin üzerinde sabit kalamıyor odak?

Çünkü devlet lazım. Zatı muhteremler devleti ele geçirecek ve bütün sağlık sistemini kamulaştıracaklar ya, devlet olmazsa nasıl olacak o iş? Kamulaştırıldı, sonra? Mesela her devrin adamı Süleyman o devirde de devlet olacak ama “ben devletim, işkillenirim” yerine, “ben devletim, eşitlerim” diyecek —zamanın ruhu icabı. Mesela bir başka virüs saldırısı mı oldu, Süleyman’ın aklına yine solunum cihazı yapmak gelmeyecek. Ama hastaneleri sıkı sıkı teftiş edecek, kimseye hak geçmesin diye. “Efendim,” diyecek bir sağlık görevlisi, “on cihaz var, altmış hasta geldi, ne yapayım?”. “Hmm,” diyecek Süleyman, her birini onar dakika bağlayın, bir saat sonra yine sırası gelince…” “Aman efendim,” diyecek görevli, “öyle hepsi ölür.”

Ama eşit olarak ölürler. Devlet ölümü eşit olarak paylaştırmış olur. Ne kadar yüce… Sizin de gözleriniz yaşarmadı mı?

Eşit dedikse… Yani eşitliğin kesinkes sağlanmasını sağlamak için Süleyman’ın hayatta kalması gerekiyor, mutabıkız değil mi? Dolayısıyla bir cihaz, “ya lazım olursa” diye, Süleyman’a tahsis edilmiş olarak bekler. Kalanlar eşit olarak…

Bu arada Kıvanç da yüce eşitliğin yüceliği hakkında yazar durur diye düşünüyorsanız, ham hayal. Çünkü herkese klavye yetmediğinden, eşitleyen Süleyman, klavyeleri üçe bölüp üleştirmiştir. Kıvanç elindeki üçte bir klavyeye bakıp bakıp, “ey eşitlik” diye iç geçirir de… Kimseye sesini iletemez.

Ne gam! Herkes eşit ya… Kimse yazamıyor ya…

***

Ben bunları yazarken, şahsı televizyona çıktı yine. Şahsını dinlemeye takatim yetmiyor. Dolayısıyla muazzez seslerinden işitmedim ama anladığım kadarıyla 1921 Ağustos’unda yayınlanan Tekâlifi Milliye’yi misal göstermiş. Ne kadar haklı…

Bir bakalım.

1921’den 18 yıl geri gidelim. 1903’e döndük. Neler olmuş oradan itibaren? Beşiktaş kurulmuş ama onu geçebiliriz herhalde… Makedonya muhtar olmuş. Abdülhamid’e suikast düzenlenmiş. II. Meşrutiyet ilan edilmiş. Avusturya-Macaristan Bosna-Hersek’i ilhak etmiş. Adana’da Ermeniler ayaklanmış. 31 Mart Vakası yaşanmış. Abdülhamid hal edilmiş. Arnavutluk’ta isyan çıkmış. İtalyanlar Libya’ya girmiş, İtalya ile savaş çıkmış. Balkan savaşı çıkmış. Arnavutluk elden çıkmış. II. Balkan Savaşı çıkmış. Cihan Harbi başlamış, bitmiş. Ermeni tehciri… Derken ordu terhis edilmiş. Yunanlılar İzmir’e çıkmış. Falan, filan.

Kabaca bakınca, 2002’den bu yana başımıza gelenlerle mukayese edilebilir bir felaketler zinciri. Yani şahsı, eğer diyorsa ki, “ben bir başıma bu memleketin başına 1903-21 arasında İmparatorluğun başına gelen kadar musibeti getirdim”… Yeminle bakın, sözünün üstüne söz söylersem dilim kurusun. Elhak haklıdır, “memleket yüz yıl sonra aynen Tekâlifi Milliye şartlarına geri dönmüştür” demesine itiraz eden, olsa olsa yeminli muhaliftir.

Lakin…

Beni bilirsiniz, Kemal’e de kırgınım bir nevi. Ama yiğidi öldür, hakkını yeme. 1903-21 arasında olduklarını söylediğimiz şeyler olup dururken, Kemal terfi edip dursa da, neticede basit bir asker. Vekil değil, Başvekil değil, Sultan hiç değil. Ama 2002-20 arasında, bugün bize Tekâlifi Milliye’yi misal gösteren zat Sultan’dan bile daha kudretli biri. İlaveten Kemal Tekâlifi Milliye’yi ilan ederken öyle dört başı —hatta beş başı— mamur bir sarayda ikamet ediyor değildi ve de… O kullandığı yetkileri alabilmek için Meclisi ikna etmesi gerekmiş, canhıraş bir çaba sergilemek zorunda kalmıştı. Bir yanına İşkilli Süleyman Efendiyi, öte yanına Damadını alıp da, kafa kafaya verip yapmamışlardı o işi.

Siz nasıl insanlarsınız ya! Nasıl ihtimamla, nasıl özene bezene yaratmış Yaradan sizi! Teflon tava bile böyle kusursuz değil.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et