Dört Yanımız Joker

Dün gece Türkiye Kupasında Beşiktaş’ın misafiri Erzincanspor idi. Sunucunun söylediği kadarıyla, tribünlerde 1200’den çok Erzincanspor taraftarı vardı. Sahada 11 futbolcu, kulübede bir o kadar daha… Teknik heyeti ve diğer görevlileri de sayarsak, sahneleyen en fazla kırk kişiye mukabil seyreden 1200 kişi —televizyondan izleyen çok daha büyük kalabalıkları hesaba katmıyorum, dikkat ederseniz.
Tribünlerdeki Erzincanspor taraftarlarının gönlünden sahada ve/veya kulübede olmak geçiyor mudur? Muhtemelen önemli bir bölümünün geçiyordur. Futbol oynama yaşında olanların önemli bir bölümü “ah, sahada ben olmalıydım, hem sevdiğim işi yapacağım, hem başka türlü kazanamayacağım kadar kazanacağım ve hem de alkış” diye iç geçiriyor olabilir. Yaşı daha geçkin olanlar ise, “şu teknik direktörün yerine ben olmalıydım ki, ah be hoca o mu oynatılır” filan diye…
İnsanların bir şeylere heves etmesinde bir tuhaflık yok. Ya peki, hayal ettikleri şeyin gerçekleşmemesine içerlemeye başlarlarsa? Tribündeki hevesli gençlerden biri “ulan biraz da ben oynayacağım” diye sahaya atlarsa? Daha yaşlılardan biri “benim neyim eksik” diye kulübeye dalarsa?
Saçma bir düşünce deneyi gibi mi göründü? Bence Joker filminin sorduğu soru, böyle bir şey. Benim anladığım kadarıyla böyle bir şey…
Tuhaf bir mental hastalığı olan biri var. Komedyen olmayı hayal ediyor. Olmaya çalışıyor da kendi çapında. Yani ne yapıyor? Komedyenleri izliyor. Bir başına kaldığında, onların jestlerini, mimiklerini filan tekrarlıyor. Bir defteri var, oraya notlar alıyor.
Bu arada başına biçimsiz işler de geliyor. Çocuklar tarafından dövülüyor mesela. Fazlasıyla savunmasız olduğuna şahit oluyoruz. Ve metroda üç genç borsacı bir kıza sarkıntılık ederken krizi tutuyor, gülmeye başlıyor. Alkollü olduklarını tahmin edebileceğimiz borsacılar, bu gülmelere bir mana veremiyor, kendilerine yönelik bir alay olarak algılıyorlar. Onlar da dövmeye başlıyorlar adamımızı.
Ve ip kopuyor. Arkadaşının verdiği silahı çekip, borsacıları vuruyor.
Adamımızı döven çocuklar, kendilerinden daha güçsüz ve müdafaasız birini görünce birden vahşileşen çocuklar kötüler mi? Kötüler. Metroda saldırganlaşan borsacılar kötüler mi? Kötüler.
İyi de…
Boyundan büyük hayaller kuran, haddini aşan Joker’in haklı olduğunu düşünmemiz için kâfi mi bu? Kötülerin saldırıları karşısında müdafaasız olduğu için kendimize yakın hissettiğimiz Joker’e, seyahatinde nereye kadar yoldaşlık yapabiliriz?
Televizyon şovu olan bir Murray var. Joker kendisini onun şovunda hayal ediyor. Murray onun annesine gösterdiği şefkatten etkileniyor. Hayal bu ya, “senin gibi biri için, bütün bu ışıkları, gösteriyi, alkışı, gözümü kırpmadan terk ederim” diyor. Ne anlıyoruz? Joker annesi için yaptığı fedakârlığın mukabilinde, hiç alakasız bir alanda hisse talep ediyor. İyi bir evlat olmanın karşılığı olarak televizyonda bir şov.
Ne alaka?
Fotoğrafı olabildiği kadar teferruatlı bir biçimde özetleyelim.
Gotham berbat halde. Şehri sıçanlar basmış, çöpler toplanamıyor. İnsanlar işlerini kaybediyorlar. Çaresiz ve sosyal yardıma muhtaç olan Joker’in hizmet aldığı birim kapatılıyor mesela —ona yardımcı olması beklenen ve fakat işini ne kadar hakkıyla yaptığını kestiremediğimiz görevli, “senin gibi insanlar umurlarında değil” diyor ve ekliyor, “benim gibi insanlar da…” “Onlar” kim, söylemiyor. Ama tahmin edebiliyoruz. Belediye Başkanlığına aday olan Thomas Wayne mesela… Ve diğer zenginler.
Ama bir “onlar” tarif etmeye başlayınca, durmak kolay olmuyor. Joker’in çalıştığı yerdeki arkadaşları da —onunla dalga geçtikleri için— “onlar”dan sayılmaya başlayabiliyor mesela.
Filmde bütün kontrastlar, hiçbir fırsat atlanmadan, gözümüze sokulmuş. Joker’in evine gidebilmesi için bir yığın merdiveni çıkması gerekiyor mesela. Oturduğu bina dökülüyor. Buna mukabil, Thomas Wayne’in bir sanat gösterisi izlediği salon ışıl ışıl. Tuvaletleri bile saray gibi. Wayne’ın evinin sadece —bahçesini çevreleyen parmaklıklarından— gösterişli ve bakımlı bahçesini görebiliyoruz ki… Dillere destan.
İyi ama…
Joker’i meşgul eden bütün bunlar değil. O, “gerçekte var mıyım” diye kaygılanıyor. Hissettiğimiz o ki, insanlar esprilerine gülseler, böyle bir endişesi olmayacak. Nitekim Wayne’a ulaşıp “ben senin oğlunum” dediğinde, “para mı istiyorsun” sorusuna şaşırıyor, içerliyor. Hayır, sadece fark edilmek istiyor. Tekrar pahasına… Nasıl fark edilmek? Kendince hayatını yatırdığı alanda, komedyenliğiyle fark edilmek.
Sonra “alay edilmek için” Murray’ın programına davet ediliyor Joker. Hep mütereddit, ezik, huzursuz görmeye alıştığımız adamımızı, ilk defa son derece kendinden emin bir duruş ve ses tonuyla Murray’a hitap ederken görüyoruz —daha önce öyle bir Joker’e sadece hayallerinde şahit olabilmiştik. “Komedi sübjektiftir Murray” diyor, “hepiniz çok fazla biliyorsunuz, sistem çok fazla biliyor, neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirlediğiniz gibi neyin komik olduğunu, neyin olmadığını da belirliyorsunuz.”
***
Bence film, içinde yaşadığımız sosyolojiyi sen derece veciz bir biçimde özetliyor.
Esasında herkes Joker. Oya Baydar bir Joker. İbrahim Karagül bir başka Joker. Süleyman da, Reisi de birer Joker. Bir alandaki vasıflarını pazara sürüp, mukabilinde alakasız bir alanda görünür olmayı talep ediyorlar. Görünür oldukları alanda görünür olanları seyredip ayna karşısında talim etmekle biriktirdikleri şeyler yetsin, kendilerine istedikleri verilsin istiyorlar. Bir şeylerin alınması, kazanılması gerektiğini, elde edilmesi gerektiğini hesaba katmıyorlar, bir yerlerde bir dağıtım mercii, bir sistem var diye varsayıyorlar.
Yoksa?
Kuruyorlar. İşler yolunda gitmiyor.
“Ben Müslümanım diye önümü kesiyorlar” diyorlar. Veya “ben sosyalistim diye”, veya “ben Türküm diye”, veya “ben Kürtüm diye”… E evet, öyle bariyerler de var ama… Esas mesele şu ki, o bariyerlerin mevcudiyeti, Jokerlerin talip oldukları pozisyonların hakkını veremiyor/veremeyecek olabileceği gerçeğini gizliyor.
Elbette ben de biliyorum, adil bir oyun oynamıyoruz. Bu memlekette Kürt olarak bir yerlere gelmenin ilk şartı mesela Kürt olduğunu inkâr etmek, farkındayım. Galatasaray’da forma giyenler tam da o formayı en çok hak edenler değil. Hürriyet amiral gemisi iken, köşelerinde en iyiler yoktu —Emin Çölaşan ayrıldığında gazetenin tirajına bir çentik bile açamamıştı. Hürriyet amiral gemisi sıfatını hak edecek vasıflara da sahip değildi ayrıca.
Liste böyle uzar gider. Adil bir oyun oynamıyoruz.
Muhtemelen Gotham’da da adil bir oyun oynanmadığını tahmin edebiliriz. Şehirde işler yolunda gitmiyor, besbelli. Tıpkı Türkiye’de, tıpkı dünyada işlerin yolunda gitmediği gibi… Gitmeli. Neden gitmiyor?
Başa döneyim. Tribünlerde 1200 küsur Erzincanspor taraftarı var, sahnede ise en çok kırk kişi. Televizyonlarının başında maçı seyreden, muhtemelen on binlerce Erzincanspor taraftarını ihmal etsek bile, 1’e 30 bir oran var. Sadece futbolda değil, her alanda öyle. Birkaç bin öğretim üyesine on binlerce öğrenci. Birkaç bin yazara on binlerce okur. Birkaç bin şarkıcıya on binlerce dinleyici.
Görenler, görünenlerden misliyle fazla.
Ama görünmeyenler yakın geçmişe kadar çok da problem çıkarmıyorlardı. Ne oluyordu? Kendi tenhalarında şiir yazıyorlardı mesela. Arkadaşlarına veriyorlardı. Daha cüretkâr olanlar nadir şiir dergilerine yolluyorlardı şiirlerini. Böylelikle kendilerini test etmiş oluyorlar ve… Birkaçı dışındakiler pes ediyorlardı.
İki süreç paralel biçimde gelişti.
Birincisi, görülmeyenlerin iştigal ettikleri, kendilerini oyaladıkları, kendi hayatlarına mana kattıkları işler seyreldi. Fabrikada işçi, mahallede bakkal olmanın şartları zorlaştı. İkincisi, görülenlerin sayısı arttı. Daha çok kişi yazdıklarını yayınlayabilir, küçük mahallerde şarkı söyleyebilir, futbol oynayabilir oldu.
Sözünü ettiğim iki süreç, iki eğilimin neticesi olarak gerçekleşti: (a) Demokratikleşme vites büyüttü ve (b) teknoloji ara işleri devre dışı bırakırken, görünür olmanın maliyetini düşürdü. Daha öncesini ihmal etsek bile, altmış yılı aşkın bir süredir neredeyse kesintisiz bir biçimde işleyen iki eğilimden söz ediyorum.
Dolayısıyla, daha önceki düzenin sigortası olan bariyerler yıkıldı. Şimdi herkes, her şey olmayı hayal edebiliyor.
İyidir. Sınıf denen şeyi sınıf yapan, mensuplarının haddini kendiliğinden biliyor olmasını sağlamasıydı. Öğrenmeden, test etmeden biliyor olmasını… Gelir seviyesi farklılıklarından daha acıtıcı, daha insafsız bir şeydi, bir sınıf mensubu olmakla hayallere konan otosansür.
İyidir ve ilaveten…
Sahnedeki kırk kişiye mukabil yüz bin seyirci oranı, kırk kişiye on bin civarına düştü mesela. Ama tribünlerdeki yüz bin kişinin “ben de oynayacağım” diyeni belki birkaç yüz kişiden ibaret iken, on bin kişinin arasında “ben de oynarım, ne var ki” diyenlerin sayısı birkaç bine yükseldi. Sahada olmak için ne tür beceriler gerektiğini, o becerilerin ne fedakârlıklarla ancak edinilebileceğini idrak edememiş Karagüller mesela, köşe yazıyor, genel yayın yönetmeni oluyor.
***
İşaret etmek gerekiyor ki, köşe yazmak, komedyenlik yapmak, futbol oynamak ve saire işlerin hepsi “sahada/sahnede” öğrenilir. Dolayısıyla Karagül’e “sen bu işi bilmiyorsun” demenin manası yoktu. Deneyecek, öğrenebilirse sahnede kalacaktı.
Öyle olsa ne olacaktı? Güldürmeyen komedyenlere, gol atamayan golcülere, okunmayan yazarlara, konusunu bilmeyen öğretmenlere, şehirdeki çöpleri toplamayı beceremeyen, sıçan istilasıyla baş edemeyen belediye başkanlarına maruz kalmayacaktık.
Sorumuz şu: Başka her şey iyi yapıldığı gibi futbolun da iyi oynandığı bir toplum mu istiyoruz, herkesin görünür olma talebinin karşılanabileceği bir toplum mu? Joker, bana kalırsa, son derece basit bu tercihin günümüzde nasıl karmaşıklaştırıldığını, içinden çıkılmaz hale büründürüldüğünü gösteriyor. Joker mücadele edip hak ettiğini göstermeye hevesli değil. Çünkü hak ettiğinden şüphesi yok. Hak etmiş ama… Bir vasfı yüzünden, “onlar”, Joker’in hakkını gasp etmiş. Neden hak etmiş? Çünkü iyi o. Annesine de şefkat gösteriyor mesela.
Karagül’ün de hak ettiğinden şüphesi yok. Neden hak etmiş? Haklının yanında o. Hak ettiğini neden alamamış? “Onlar” mani olmuşlar, Karagül yerine Ertuğrul Özkök’ü tercih etmiş ve bir yere getirip koymuşlar. Hak ettiğini nasıl alacak? “Onlar”ın yerine başka bir otorite geçecek ve o otorite Özkök’ün yerine Karagül’ü atayacak.
Yani?
Düzenin aşağıdan yukarıya zuhur etmediğini, yukarıdan aşağıya tesis edildiğini varsayıyor hemen herkes. Dahası, öyle olması gerektiğini varsayıyor. Öylesinin iyi olduğunu…
Sonra?
Karagül’ün gazetesi, sağda solda bedava dağıtılan nüshalarını saymazsak, birkaç bin bile satmıyor. Karagül’ün hezeyanlarını da birkaç yüz kişi ya okuyor, ya okumuyor. Karagül Joker’ine sorsanız, “onlar” mani oluyorlardır.
Uzattım, yarın devam edeyim. Ama şimdilik bir özete ihtiyaç da var.
Hak denen lafın gelişigüzel, uluorta, yerli yersiz kullanılıp durmasından fena halde tiksiniyorum. “Onlar” diye düzenleyici bir muhayyel öznenin arkasına sığınmaklardan da… Düzenin yukarıdan aşağıya tesis edilmesi gerektiğine duyulan imandan da…
Joker’in yaşamaya, aşağılanmamaya hakkı var. Hepsi o kadar. Aşağılanıyor olmasından yola çıkıp, mesnetsiz, manasız hayallerinin gerçekleşmesi için de onun yanında durmamızı talep etmeye filan hakkı yok. Hayal kurmasında bir beis yok. Aksine, herkesin her şeyi hayal edebilir olması, iyi bir şey. Ama herkesin hayali gerçekleşmeyecek, herkes görünür olmayacak. Dolayısıyla da birçok kişi acı çekecek. Kimsenin acı çekmediği dünyalar hayal edenler de o dünyaları inşa edemedikleri için acı çekecekler.
Veya…
Öyle dünyalar kurmak için lazım gelen gücü temerküz ettirip, bütün Doğu Almanlara, bütün güya sosyalist blok halklarına acı çektirecekler.
Eğer doğru dürüst futbol seyretmek istiyorsak, çok kişinin futbolcu olmayı hayal etmesi, pek azının başarabilmesi, diğerlerinin de derin hayal kırıklıklarına gark olması elzem. Şov dünyası için de, iktisat için de, siyaset için de, eş bulma mevzuunda da…