Fransa
Şimdi mesela, Foucault ancak Fransa’dan çıkabilirdi. Tıpkı Braudel’in de ancak Fransa’dan çıkabileceği gibi…
Ve —bana kalırsa— “Foucault’un ancak Fransa’dan çıkabileceği” tespiti, çok Foucaultcu bir tespit. Ama Foucault bu tespiti işitseydi, muhtemelen itiraz ederdi.
Neden itiraz ederdi? Tam olarak ifade edebilecek miyim derdimi bilmem ama… Modernliğin, modernliği imal edenlerin “ortak özellikleri”ne ziyadesiyle odaklanmıştı, aralarındaki farklara ise kısmen kördü. Dolayısıyla, mesela Britanya’dan, Almanya’dan da çıkabileceğini düşünürdü.
Peki, neden Foucault ve Braudel ancak Fransa’dan çıkabilirdi? Çünkü yaptıklarını yapabilmeleri için metodolojik bir “icat” gerekiyordu —esasında her ikisi de yaptıklarından çok “yapış tarzları”ndaki yenilikçilikle bende iz bıraktılar. Evden uzaklaşmaları gerekiyordu ve ne İngilizler ve ne Almanlar evden o kadar uzaklaşamazlar.
Peki… Son olarak… Neden bu tespit Foucaultcu bir tespit olsun? Çünkü (a) bilgimiz, içinde yetiştiğimiz iklime bir biçimde endeksli ve Fransa’nın iklimi diğerlerinden farklı ve (b) Fransa’da “iktidar”, İngiltere ve Almanya’ya kıyasla daha gevşek ve daha “çok merkezli” —entelektüel iktidardan söz ediyorum.
***
Yukarıda dediğim her şeyi, “modernlik” denen “örgütlenme tarzı”nın icadı, rafine edilişi ve yeniden üretilişi sürecinin tarihini inceleyip öğrenerek söyleyebilirim. O süreçlerde kilometre taşlarını döşemiş olan filozofların izini sürerek veya o süreçlerde “üretilen” politik sistemlerin serencamını adım adım takip ederek veya aynı süreçler boyunca “değişen” iktisadi ilişkiler ağının değişimini izleyerek… Yani Foucaultcu ve/veya Braudelci bir metodolojiyle… Neticede, birbirinden ayrık disiplinler halinde ele aldığımız felsefe, politika ve iktisat, diğer her şeyle birlikte, bir ve aynı “iklim değişikliği”nin içinde değiştiklerine göre, birindeki değişimler bize, her şey hakkındaki eğilimleri söyler. Marks’tan mesela, böyle bir netice veya yaklaşım çıkaramazsınız. İlla ki iktisadi ilişkilere bakmanız gerekir, kalan her şey onun türevidir.
Yukarıda dediğim her şeyi, evrim teorisi —ve daha genelde karmaşık sistemler teorisi— vasıtasıyla da söyleyebilirim. Esasen Darwin’e ve evrim teorisine atıfta bulunan, saygı gösteren, Marks idi. Bildiğim kadarıyla ne Foucault’da ve ne de Braudel’de evrim teorisine doğrudan bir atıf yok. Ama evrim teorisinde kendisini “tasdik eden” bir şeyler gören Marks —bugün anladığımız manada— “evrimci” değildi, Foucault ve Braudel ise evrim teorisinin entelektüel hayatın hücrelerine, fark edilmeyecek kadar sindiği dönemin insanları. Dolayısıyla evrimci olduklarını fark edememiş bile olsalar, evrimci idiler.
Marks’ın döneminde evrim, daha özelde Darwin, dönemin ruhuna uygun olarak, bir “tekâmül piramidi” olarak algılanıyordu. Ve yine dönemin ruhuna uygun olarak, bir problem çözme, bir gelişme aracı olarak istihdam edilebilir bir “bilgi” olarak… Özellikle 1950’lerden sonra ise, âlemin varoluşu hakkındaki bilgimizin omurgası olarak… Dolayısıyla, 1850’lerde, Maxwell’in denklemleri nasıl “bir şeyi” açıklıyor ve kullanıldığında bize tabiatı dizginlemekte güç sağlıyordu ise, Darwin’in teorisi de “bir başka şeyi” açıklıyordu ve kullanarak daha iyi toplumlar filan yapabilirdik. Bugün Maxwell’in —ve daha öncesinde Newton’un— denklemleri, daha büyük bir fotoğrafın birer parçası. Bize teknoloji sağlamaktan “başka” ve “daha mühim” fonksiyonları var. Bugünkü haliyle evrim teorisi de, aynı âlemin, hatta daha kapsayıcı bir fotoğrafı. Kimse onun vasıtasıyla bir teknoloji üretme filan telaşında değil artık ama fizikten tarihe, sosyolojiden psikolojiye, her alanda perspektifimizi “kaydırdı”.
Modernlik dediğimiz şey, İtalya’nın kuzeyi, İsviçre ve Hollanda da dâhil olmak üzere Batı Avrupa’da ama bilhassa Britanya, Almanya ve Fransa’da ortaya çıkan bir şeylerin “etkileşimleri”nden zuhur etmiş bir örgütlenme tarzı. Bilginin, toplumun, ekonominin ve aklınıza daha ne geliyorsa hepsinin örgütlenme tarzından söz ediyorum. Bugünkü özel mevzumuza dönecek olursam, Britanya kendisine bir niş açmış, bir şeyleri bir tarzla yapmış. Almanya “başka” bir niş açmış, aynı şeyleri başka bir tarzla yapmış. Bir manada, bir uzamın “iki ucu”, eğer tarif ettikleri düzlemde kalarak bakılacak olursa birbirinin iki antitezi, Britanyalılar ve Almanlar tarafından “kapılmış”. Britanya siyasetinin modernleşme süreci boyunca “mutedil” ve neredeyse kesintisiz değişimine mukabil, Almanya siyasetinin radikal, çalkantılı değişimine bakın. Veya Britanya’da evrim teorisinin gelişimine mukabil Almanya’da kuantum teorisinin —ilkinde doğrudan ve neredeyse sadece gözlemlerden faydalanarak, ölçülü bir “düzenlilik keşfetme çabası” karşısında, diğerinde gözlemlerle hiç alakası olmayan, hatta teorinin derinlerine inildiğinde gözlemlerle apaçık çelişen, neredeyse sadece masa başı zihinsel “uçuş”lara ihtiyaç duyulmasına. Bir kefeye Kant’ı, Hegel’i koyun, ötekine adadan tuttuğunuzu getirin.
Modernlik, bu iki ekstremin ürünü olarak okunmalı. İkisi, sürekli, diğerini törpüleyerek modernlik dediğimiz şeyi inşa etti. Bu törpüleme sürecinde giderek birbirlerine benzemediler, giderek farklılaştılar. Başlangıçta aralarında mevcut olan farklar büyüdü, derinleşti.
Bir de Fransa var. Neticede birbirleriyle çiftleşemeyecek, doğuramayacak olan bu iki “katıksız”, ikisi de dişil âlemin “arasında” bir Fransa var. Mütemadi bir dölleme mevkii olarak. İhtilali yapan onlar mesela ama kendileri ihtilalin sebep olduğu yangının yol açtığı hasarı bugün bile hâlâ tam olarak gidermemişken, dünyanın hemen her yeri, o yangının yaydığı ısıyla ısındı, kendi ihtiyacını karşıladı. Fransa’nın herkesten çocukları var bir nevi ama ailesi yok.
Fransa’nın olduğu gibi olması, yeni bir türün zuhur edebilmesi için kendisine bir niş açması mecburiyetiyle açıklanabilir. Ve öyle yaptığınızda da, modernlik denen olgunun bir nevi bir ekosistem olduğunu, onu icat ve rafine eden “türlerin” herhangi biriyle açıklanamaz, ancak aralarındaki ilişkiler üzerinden açıklanabilir olduğunu “anlamak” kolaylaşır. Ve… Modernlik denen şeyin, netice itibariyle, dünyanın bir coğrafyasında, bir dönemde yoğunlaşmış olan ilişkilerin “evrenselleştirilemez” bir neticesi olduğunu anlamak da…
***
Yıllar önce, yanlış hatırlamıyorsam “organik aydın” tartışmalarının bir yerinde Murat Belge, “bırakın bu organik kavramını” türünden atarlanmıştı. Birkaç yıl önce, bu defa Kürşat Bumin, bu defa “organik liderlik” iddialarına karşı, neredeyse tastamam aynı hassasiyetle atarlandı. Her ikisi de Fransızca düşünen insanların “organik” lafına karşı sergiledikleri alerji dikkatimi çekti. Zannımca Fransa tarihinde bu organik terimi, bir biçimde suiistimal edilmiş ve bir hassasiyet zuhur etmiş.
Bana kalırsa organik aydın ve organik liderlik kavramları, bir ihtiyaçtan zuhur ediyor. Organik aydına ve organik liderliğe duyulan ihtiyaçtan. Modernlik, yukarıda da işaret ettiğim gibi, belirli şartların ortaya çıkmasıyla, belirli bir coğrafyada zuhur etmiş bir hal. Tarihin zaruri ve her toplumun er veya geç uğrayacağı bir durağı değil. Esasen, meseleye evrim teorisi gözlüğüyle bakarsanız, herhangi bir şey zaruri değildir ve bütün türlerin üzerinden gittiği bir ve aynı yol yoktur. Fransa sözünü ettiğim Fransa olurken, İngilizleşmedi veya Almanlaşmadı mesela. Bu üçünün her biri bir diğeri olmaya her teşebbüs ettiğinde de fena halde çuvalladılar ilaveten.
Ama “modernleştirilen” dünyada —Türkiye’de, İran’da, Mısır’da, Hindistan’da, Rusya’da, Çin’de— işler böyle yürümedi. Birileri, bu toplumları “modernleştirme” projesi imal edip işi yüklendiler. Dolayısıyla da “inorganik” aydınlar ve liderler zuhur etti. Yani? Yani transplantasyon teşebbüsünün yol açtığı komplikasyonlar toplumun bağışıklık sistemini harekete geçirdi ve “dayatılan” şeylerin “yabancı” olarak etiketlenmesine sebep oldu. Dolayısıyla Türkiye’de “organik” bir şeylerin arayışı, Fransa’dakinden farklı ihtiyaçlardan doğan farklı bir hal.
Uzatmayayım… Bir tek bu misal bile gösteriyor işte, aynı kelime, farklı coğrafyalarda, her bir coğrafyanın tarihine bağlı olarak farklı manalar yüklenebiliyor. Ve eğer “sadece” bir coğrafyadan besleniyorsanız, kelimenin öteki coğrafyada hangi ihtiyaçlardan kaynaklandığını ıskalayabiliyorsunuz. O vakit de derdi anlamak, teşhisi koymak imkânsızlaşabiliyor. Öyle sürüp gidiyor işte…
Demem o ki, ortada, memleketin özel tarihinden kaynaklanan orijinal bir ihtiyaç var. Siz o ihtiyacı “olmaması gerekir, çünkü Fransa’da yok” diye inkâr ettiğinizde ihtiyaç ortadan kalkmıyor. Necip Fazıl, Kadir Mısıroğlu filan gibiler “aha o ihtiyaç duyduğunuz benim” diye ortaya atlıyor. Organikler mi? Bir manada evet. Aydınlar mı? Zinhar değiller. İşler iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Öyle sürüp gidiyor işte.