Hakikate Dair
Başlamadan… Herkese mutlu bayramlar.
Ve yine başlamadan… Dün hakikat deyip durdum, bugün de öyle diyeceğim. Ama hakikat (truth) ile gerçeklik (reality) arasında anlamlı bir fark var ve sözünü ediyor olduğumuz şeyin gerçeklik olduğunu düşünüyorum. Nedense hakikat tercih edildi, içime sinmese de ben de uyuyorum.
Ben dünkü yazıyı yazıp yolladıktan hemen sonra Karar’da Yıldıray Oğur, Çernobil’den ilhamla bir yazı kaleme almış. Doğru anladıysam diyor ki mealen, (a) orada bir hakikat var, (b) bilinebilir, (c) müdafaa edilebilir ve edilmelidir.
Çernobil’den ilhamla başlayayım ben de…
Çernobil bilimci bir anlayışın ürünü idi. Bilimci derken, birçok unsuru olan bir dünya tasavvurundan söz ediyorum. O tasavvurda mesela, tekamül, enerji, bilimsel metot gibi kavramlar hep pozitif vurgulara sahip idiler ve her bir kavramın ne manaya geldiği hakkında yaygın bir mutabakat olduğu varsayılıyordu. Öyle bir mutabakat yoktu.
(Devam etmeden… Çernobil bir enerji santraliydi ve toplumların durdurulamaz ilerlemesi için bilim kadar elzem olan şeylerden biri de enerji idi. O dönemde, o kavramlarla büyüdüm ve bugün mesela yaratıcı, doğurgan olanı tavsif etme ihtiyacı hissettiğimde, o günlerdeki lügatimden kalma alışkanlıkla enerjik sıfatı geliveriyor dilimin ucuna.)
Çernobil bilimci tasavvurun bilimsel bir yaklaşımla üretilmiş zafer anıtlarından biriydi. Batı ile SSCB arasında, bu açlardan bir fark yoktu. Çernobil’in ölüm saçtığı günlerde de, bugün de, Çernobil’in hikâyesi anlatılırken sanki iki dünya arasında bir tasavvur farkı varmış gibi anlatılıyor, yoktu.
ABD’de Three Mile Island nükleer kazasına gösterilen reaksiyon ile SSCB’de Çernobil’e gösterilen reaksiyon arasında bir fark olduğunu söylenebilir. Ama… ABD’nin sağlık sistemi mesela, her birkaç yılda bir, bir Çernobil felaketine eşdeğer zarar veriyor. Diyebiliriz ki, SSCB’de Çernobil felaketinden sonra gereken ders çıkarılmamış ve Çernobil’in ikizleri çalıştırılıp durmuş, birkaç yılda bir sırayla iflas ediyorlar gibi… ABD’nin sağlık sistemi tam da öyle, dizi halinde Çernobil felaketleri… ABD’de sağlık sisteminin öyle olduğunu söyleyen muteber insanlar var, bilimsel bilimsel yazıp söylüyorlar. Kimse kulak asmıyor.
Yani?
Felaketse felaket, Legasov’sa Legasov, hakikatse hakikat. İşler Çernobil’de yürüdüğü gibi yürümüyor.
Yani?
Diğer hususları bir yana bırakıp tekraren vurgulayabiliriz ki, hakikat-sonrası yeni bir hal değil. ABD’de bir seri-katil olan sağlık sisteminin sürmesini sağlayan şey de hakikat-sonrası hali, onu —ve benzeri bir yığın şeyi— görmezden gelip “ama Çernobil” diyebilme hali de… Oralarda bir yerlerde yeterince güçlü otoriteler varsa, Legasov’lara güvenerek ve/veya Legasovlaşarak Çernobillerin tekrarlanmasına mani olamayız. Çernobil felaketi eğer SSCB’nin güçlü dönemlerinde gerçekleşseydi, Çernobil hakkında biliyor oldularımız, şimdi biliyor olduklarımızdan farklı olacaktı.
Buradan esas mevzuuma geçmek istiyorum. Hakikatin ne olduğu mevzuuna… Ki Oğur’un yazısını önemsememin sebebi de hakikatin tabiatı hakkındaki hatalı varsayımımızı güçlendirmesi riski…
Hakikat holografik bir şey değil. Yani bütünü parçalarının her birinde temsil ediliyor, parçaların herhangi birinden yeniden üretilebilir bir şey değil. Hakikat, her birimizin hakikatlerinin karşılıklı etkileşimlerinden zuhur eden bir şey ve herhangi birimizin —mesela Legasov’un— hakikati bilme şansı yok.
Sıklıkla müracaat ettiğim bir metaforla söylemeye çalışayım…
Her birimizin bir görme sistemi var. Gözümüzün merceğinden geçen fotonlar retinaya çarpıyor. Orada bir takım kimyasal reaksiyonlara yol açıyorlar. O kimyasal reaksiyonlar bazı nöronların aksonlarını aktive ediyor. Eğer aktivasyon belirli bir eşik enerjisini aşıyorsa nöron boyunca bir elektrik akımı gerçekleşiyor. Nöronun öteki ucunda başka kimyasal reaksiyonlar tetikleniyor, başka nöronlar uyarılıyor ve saire… Ne gözümüzün merceği, ne retinası, ne bahse konu olan nöronların herhangi biri —ve ne de hatta tamamı— görüyor değil. Onlar son derece basit işlerini yapıyorlar. Sonunda, eğer yeterli sayıda foton gözümüze çarpmışsa, biz bir şey görüyoruz. Görme denen faaliyet ile biyolojik mekanizmanın unsurlarının faaliyetleri arasında bir mahiyet farkı var. Bizim kendi hakikatlerimiz ile hakikat denen şey arasında da benzer bir mahiyet farkı var. Herhangi birimiz, tanım icabı, hakikati bilemeyiz —nöronların gördüğünü söyleyemeyeceğimiz gibi…
Görme sürecinde rol alan sayısız nöron var. Hepsi her an aktif değil. Aktif olduklarında hepsi aynı şeyi yapıyor olmadığı gibi, herhangi bir nöron şimdi yaptığının tastamam aynısını bir an önceki görme sırasında yapmış da değil. Tuhaf ve öğrenen —kimlerle bağlantılı olduğu ve bağlantılarının gücü mütemadiyen değişen— bir ağ var. O ağın unsurlarının etkileşimleri neticesinde bir görme gerçekleşiyor.
Bizler, herhangi birimiz, o ağ değiliz. Her birimiz o ağdaki düğümlerden/nöronlardan biriyiz. Biz, herhangi birimiz, hepimizin gördüğü manada göremeyiz. Yani hakikate sahip olamayız. Eskiden de olamıyorduk, yeni bir hal değil. Eskiden de hepimizin toplamıydı gören ve eskiden de o görme sürecini deforme eden, görüntüyü deforme eden yapısal bozukluklar vardı. ABD’nin sağlık sistemi sadece bir misal.
ABD’nin sağlık sisteminin gözümüze güzelmiş gibi görünmesini sağlayan çok şey var ama bir tanesi belki de hepsinden mühim: O sistem, bilimsellik pudrasıyla makyaj yapılmış bir sistem. Orada birileri, hakikat denen özü posasından ayırıp süzüp alıyor ve bu işi yapabilmesini sağlayan büyülü enstrüman da bilimsel metot, filan. Halbuki Çernobil de tastamam aynı mantık ve kavrayışla pudralanmıştı.
Fertlere dönelim. Planck, mealen, “bilim alanında yeni fikirler, eskiler ‘a bak bu daha güzelmiş’ deyip onları kabul ettiği için yaygınlaşmaz” demişti, “eski fikirlerin sahipleri yaşlanıp ölür, yeni fikirleri kabul edenler ortama hâkim olur.” Bilim alanında bile böyle bu.
Yani?
Öyle oturup münazara yapacağız, “sanat toplum içindir” diyenler tartışılmaz argümanlar koyacak ortaya, her birimiz kani olacağız, sükunetle masadan, hepimiz aynı fikri paylaşarak kalkacağız, filan. Yok öyle şey. Her birimizin hakikati farklı ve çok sancılı süreçlerden sonra da farklı olarak çıkacak. Planck kendisi, fizik biliminin görüp gördüğü en büyük devrime yol açan buluşu yapmış ve… Kendisi inanmamıştı.
Devam etmeden özetle tekrarlayayım: Her birimizin hakikati farklı ve fakat hakikat dediğimiz toplumsal şey ile bizlerin hakikatleri arasında mahiyet farkı var. O Toplumsal şey, herhangi birimizin hakikatinden türetilemez, emergent bir şey. Bizler, her birimiz, farklı hakikatlere sahibiz. O hakikatler değişebilir/değişir ama nadiren “a bak sen doğru söylüyorsun, ben farketmemişim” biçiminde değişir. Genellikle olan, çatışma içinde zenginleşmesidir hakikatlerimizin.
Bilimcilik dediğim tasavvur, hakikatin herkes tarafından ve sulh içinde idrak edilebileceği gibi tuhaf bir varsayımı da ihtiva ediyor. Bilim insanları meseleyi öyle yaşamadıklarını biliyorlar ama zaten nasıl din ve dincilik farklı ise, bilim ile bilimcilik de öyle…
Ve…
Dinciler, bilimciler, başka muhtelif zevat, “bir zamanlar ne güzel huzur içindeydik, bozduk” ve/veya “esasında dinimiz/bilimimiz bize huzur getirecekti, ama biz berbat bir biyolojik tür olduğumuzdan her birimiz kötü olduğundan, bu işi beceremedik” gibi kanaatleri zımnen paylaşıyorlar. Yok öyle şeyler. Hiçbir vakit bir bütün olmadık, hep parçalıydık. Hiçbir vakit huzurlu değildik, hep çatışma vardı. Hep parçalı, hatta daha da çok parçalı olacağız ve çatışma/çelişki de hep olacak. Eğer geçmiş ve/veya gelecek hakkında manasız tarifler yapmaz, manasız beklentiler içine girmezsek, dünyanın bu parçalı ve çatışmacı hali hoş bir şey. Problem dünyanın hallerinden neşet etmiyor, bizim zan ve beklentilerimizin dünyaya uyumsuzluğundan neşet ediyor.
Çernobil’le alakalı problem, herkesin aynı hakikate sahip olması —mesela SSCB’nin itibarını aynı faktörlere endekslemesi, insan hayatı ile toplumsal idealler arasında aynı tercihleri yapması ve saire— taleplerinin aşırı güç kullanılarak sağlanması çabasının eseriydi. ABD’de sağlık sistemiyle alakalı problem de aynı çabanın eseri. Çernobil iflas ettiğinde, mezkur güç zayıflamıştı, olay öyle gelişti, ABD’de müflis sağlık sistemi, o sistemi dayatan güç zayıflamadığı için, her birkaç yılda bir Çernobil eşdeğeri maliyet üretmeyi sürdürüyor.
Ama…
İster zayıflamış, ister henüz yeterince zayıflamamış olsun bütün bu güçler, mesela “bir zamanlar ne güzeldi” veya “biz bu gidişle güzel bir şey yapamayacağız” lakırdılarının ardındaki, “güzel olan, o biricik hakikati herkesin idrak etmesiyle mümkün” saklı varsayımından besleniyor. Ve bu varsayım, Erdoğan ne yaparsa yapsın, Bahçeli, Perinçek, Yılmaz Özdil, Kırıkkanat, Çölaşan filan ne yaparlarsa yapsınlar, zayıflıyor.