“Kahraman” ve Performansı

Dün dedim ki mealen, performansı, performans beklentisini, bir şeyleri performansa endekslemeyi kim kaybetmiş de biz bulmuşuz? Burada işler, uzun süredir, “ne performansı kardeşim, ben o işi bizim oğlana yaptırıverdim, pekâlâ oldu” güzergâhından yol alıyor. Bir de… “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer” güzergâhı var, unutmak olmaz.

Aktüel bir misal üzerinden de görebiliriz/görüyoruz.

Önce giriş.

Daha önce, yeri geldiğinde teferruatıyla tartıştım, 31 Mart’ta sandıktan çıkan İstanbul neticesi beklenmedik, göz kamaştırıcı bir başarı değil. Seçimi Binali Yıldırım kazanabilir, İmamoğlu kaybedebilir miydi? Evet olabilirdi. Seçimden iki ay önce, 1 Şubat günü denseydi ki “gelecekten geliyorum, seçimi Yıldırım kazanacak”, kimse “aa, olur mu öyle şey” demezdi. Hal buyken seçimi İmamoğlu kazandı da ben neye yaslanarak 31 Mart’ın bir başarı olmadığını iddia ediyorum?

Şöyle.

Aynı 1 Şubat günü biri çıkıp “gelecekten geliyorum, İmamoğlu kazandı” deseydi de kimse şaşırmazdı. Olsa olsa “vay be nasıl oldu da bu kadar mühim bir seçimi çalamadılar, lazım gelen hileleri yapamadılar” denirdi. Yani? Kamuoyunun nabzını tutan herkes İstanbul’da ve Türkiye’de AKP’nin seçim kaybetmesi için şartların uygun olduğunun farkındaydı. Buna rağmen AKP’nin kazanacağını düşünenler çoğunluktu. Çünkü sandıktan çıkanın sandığa giren olmayacağını tahmin ediyordu pek çok kişi.

Ama esas mühim olan o değil.

Aynı 1 Şubat günü biri çıkıp Ankara’da AKP+MHP blokunun 2017 referandumuna kıyasla 1,73, Bursa’da 3,59, Konya’da 2,35 ve Erzurum’da 11,68 puan oy kaybedeceğini söylese ve İstanbul için bir tahmin talep etse, normal olarak herkes İstanbul’da referandum neticelerine bakar, 48,65 olan o orandan bir tenkisat yapıp tahminde bulunurdu. 31 Mart’ta İstanbul’da AKP+MHP bloku, referanduma kıyasla sadece 0,04 puan geriletilebildi.

(Öyle tuhaf bir durum ortaya çıktı. AKP+MHP bloku, referandumda nispeten güçlü olduğu büyükşehirlerde oy kaybetti, nispeten zayıf olduğu yerlerde oy oranını yükselti. İzmir’de 7,49, Adana’da 1,02, Mersin’de 5,01, Antalya’da 5,35 ve Eskişehir’de 2,71 puan.)

Yani 31 Mart gününe kadarki dönem itibariyle İmamoğlu’nun öyle —gözleri kamaştıracak bir başarıyı bırakın— beklenmedik bir başarısı yok. Sade rakamlarla konuşuyorum. Genelde AKP’nin ve özelde Yıldırım’ın savrukluğunu, iktisadi kriz halinin en çok vurduğu yerlerin başında İstanbul’un geldiğini, Kürt seçmenin kararlılığını, referandumda mevcut olmayan İyi Parti diye bir parçanın iktidar blokundan kopup beri yana geçmiş olduğunu… Daha bir yığın faktörü saymıyorum.

İmamoğlu’nun ve ekibinin çok çalıştığını inkâr etmiyorum. Ama o çok çalışma, sonradan iddia edildiğinin aksine, kamuoyunun tercihinde İmamoğlu lehine dişe dokunur bir kaymaya yol açmadı. İsteyen 31 Mart öncesine dair sosyal medya mesajlarının analizini yapıp görür ki, İmamoğlu o dönemde, sonradan kendisinin arkasına hizalanacak kesimler tarafından, geleceğin önemli siyasi aktörü olarak da görülmüyordu. Sadece İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı idi. Var ya, İstanbul’u AKP’nin elinden alıverse, ne güzel olurdu! O kadar.

Sonra malum 31 Mart gecesi geldi. AA malum pisliklere tevessül etti. İmamoğlu aniden, birkaç saat içinde, Türkiye’nin dikkatini çeken bir siyasi aktör oldu. 31 Mart gecesi sergilediği performans sayesinde… 31 Mart’a kadar yapılıp edilenlerin o gece oluşan kanaatte zerre miskal katkısı yok.

Sonra yine 31 Mart öncesinin senaryosuna döndü oyun. Ama İmamoğlu oraya dönse de kamuoyu artık dönmeye niyetli değildi. Kamuoyunun İmamoğlu’na gösterdiği teveccüh genişlemiş olmasa da derinleşmişti —düzlem değiştirmişti. İmamoğlu —ve kampanyasında çalışanlar— bu farkın hakkını verdi mi? Bence hayır. Ama zaten ondan geleceğin aktörünü çıkarmaya heves etmiş olanlar da, o konjonktürde, başka türlü bir tutum talep etmediler. “Tekrarlanan seçim hayırlısıyla kazanılsın, sonrası sonra”…

Ve malum 6 Mayıs gecesi geldi. İmamoğlu tarihi bir iş yaptı, düşündüklerimi teferruatıyla yazdım, tekrarlamayayım.

Sonrası?

Bence tam bir felaket.

***

Tekraren özetleyeyim. Seçim kampanyası başlığı altında toplanabilecek faaliyetler, İmamoğlu’na, beklenmedik ölçüde oy kazandırmadı. İmamoğlu kamuoyunda zaten yükselmekte olan, Türkiye’nin bütün şehirlerinde yükseliyor olan, yükselişi en çok da İstanbul, Bursa, İzmit gibi sanayi şehirlerinde hissediliyor olan dalgaya binmişti. Temel hareketlerde hata yapmadı. Artistik puanı ortalamanın üstüne çıkmadı. Türkiye geneline bakınca zaten kazanılması gerekiyor görünen seçimi kıl payı farkla kazandı. Sonra iktidar fena halde hatalar yaptı, İmamoğlu’nun çok gerisine düştü.

Uzun süredir seçim kazanmaya hasret kalmış olan CHP için zaten kazanılacaktı olan seçimi kazanmak bile müthiş bir başarı gibi görünüyor olabilir. Ama kamuoyunun içinden bakınca, seçimin bu kadar az farkla kazanılmasında herhangi bir fevkaladelik yok. Kamuoyu seçimde AKP’nin zaten kaybedeceğini tahmin ediyordu ama kaybedilmiş seçimi ne yapıp edip hanesine yazdıracağı ihtimalini de saklı tutuyordu.

Şimdi İmamoğlu’nun kampanya direktörü Necati Özkan çıkmış bir kitap yazmış. Yazdığı kitap hakkında sağda solda konuşuyor. Yazdığını okumadım, konuşmalarının birinin bir bölümünü izledim.

Neymiş? Muhafazakâr seçmen varmış. Onların oylarının kazanılması gerektiğini hesaplamışlar. Kampanyayı onlardan oy kazanacak biçimde dizayn etmişler ve… Bingo! Seçim kazanılmış. Muhafazakâr seçmen kim? Kaçının oyu alındı? Referandumda Evet diyenler 4 480 000 kişi, Yıldırım’ın oyu 4 150 000. 330 000 oy kaymış desek? Referandumda Hayır diyen 4 728 000 kişinin 557 000’inin oyu alınamamış. Bunun hesabını kim tutacak?

Kaldı ki, 31 Mart’ta İstanbul’da yaşayan hemen herkes az çok farkında ki, Yıldırım’ın kaybettiği oyların önemli bir bölümü, daha önce MHP’ye verilmiş olan oylar. Özkan’ın muhafazakâr diye kodladığı mahalleden —daha önce AKP’ye oy vermiş olanlardan— gelmiş değiller yani.

Muhafazakâr diye yekpare bir kitle yok. AKP’ye oy vere gelenlerin öncelikleri de birbirlerinin tıpatıp aynı değil. Siyaset sosyolojisinden azıcık anlayan biri bunları bilir. Bilmemişse, 31 Mart sürecinde öğrenmiş olması gerekir ki, o varsayımlarla yürütülen bir kampanya, o varsayılan kitleden herhangi bir ekstra parça koparabilmiş değil.

***

Tekraren özetleyeyim. Özkan ve ekibi, Özkan’ın imasına göre, bir stratejik hedef koymuşlar. Daha önce AKP’ye oy veren seçmenlerin bir bölümünün İmamoğlu’na oy vermesi için bir şeyler yapmış, bir takım çeldiriciler tasarlamışlar. O şeyler her nelerse, onlar sayesinde, daha önce AKP’ye oy veren bazıları “a ne lüzum var, bu seçimde İmamoğlu’na oy verelim” demişler.

Öyle şeyler olmadı. Daha önce AKP’ye oy verenlerin büyük bölümünde AKP’ye ve Erdoğan’a yönelik bir memnuniyetsizlik zaten yayılmış ve derinleşmişti. Alternatif bulamadıklarından, o memnuniyetsizliğe rağmen AKP’ye oy veriyorlardı. 31 Mart’ta yine öyle yaptılar. Küçük bir bölümü sandığa gitmedi. Küçük bir bölümü gittikleri memleketlerinden dönmediler. Ama AKP’ye oy vere gelenlerin herhangi bir anlamlı kesiminde, “hah, İmamoğlu aradığımız alternatif” kanaati filan oluşmadı. Eskiden beri Ülker alıp duran ama gramajı düştüğü, muhtevası değiştiği için bir vakittir memnuniyetsiz olduğu bilinen birileri, bu defa raftan Eti almaya, bir de Eti’nin ürününü denemeye filan karar vermedi.

Özkan bir şeye niyetlenmiş. Niyetlendiği şey olmamış.

Neden olmamış? Çünkü denklemi yanlış kurmuş. Ahaliyi Ülkerciler ve Eticiler diye baştan ikiye bölmüş. Ülker satın alıp duranın neden Ülker tercih ettiğini analiz bile etmemiş. Filanca büfede sadece Ülker satıldığını, ötekinde büfecinin Ülker daha çok kâr payı veriyor diye müşteriye Ülker tavsiye ettiğini, berikinde Ülker’in daha görünür rafları satın aldığını, şurada Eti’nin ürünlerinde zararlı kimyasallar olduğunun propagandasının yayıldığını…

Dört bir yanda, birbirinden farklı sebeplerle Ülker satın alanları bir tek başlık altında toplamış. AKP’nin yaptığı tarifi, memleketin hali olarak kabul etmiş. Ülker’in ürünlerini ve kendi ürününü yeniden tarif etmeye çaba bile harcamamış. Ülkercilerin ortalamasını, zannettiği ortalamasını, Ülkercilerin talepleri olarak kabul etmiş ve kendi ürününü ona benzetmeye çalışmış. Eh, vatandaş da aslı varken taklidine prim vermemiş, Ülker’den Eti’ye dönmemiş. AKP açısından olağanüstü elverişsiz şartlarda gidilen seçimde, AKP oyları neredeyse blok halinde yerinde durmuş. Memleketine gidip seçim için gelmeyenler, İstanbul’da olduğu halde sandığa gitmeyenler ve bir miktar milliyetçi oyun toplamı olarak, hepsi 330 000 kayba uğramış AKP.

Özkan’ın niyetlendiği şey olmamış. Olmuş gibi övünüyor. Gezip gezip anlatıyor/du. Bir de kitabını yazdı.

Ve ne gördük?

Siyaset iletişimi yapmak gibi bir iş yapan ve bu işi becerdiği için övünen Özkan, siyaset bilmiyor, siyaset sosyolojisi bilmiyor —yukarıda özetle göstermeye çalıştım. Ama —daha vahimi— iletişim de bilmiyor. Daha önce Muharrem İnce’ye cevap yetiştirirken yaptığı şey üzerine yazdım, rol çalıyor. Bu kitabı yazmakla da rol çalıyor. Rolü çalınan İmamoğlu memnunsa, bize laf düşmez. Zaten apaçık görünüyor ki, sevgili Necati’siyle birlikte hızla irtifa kaybediyorlar. Bu gidişle İmamoğlu, siyaset sahnesine girdiği hızla çıkan bir kuyruklu yıldız olarak kayıtlarda yerini alacak.

O halde bana ne, bize ne? Dün işaret ettiğim husus ile, memlekette performansın hiçbir biçimde ciddiye alınmadığıyla alakalı olduğu için yazmaya karar verdim. Adam siyaseti bilmiyor. Asıl işi olan iletişimi hiç bilmiyor. Bilse, rol çalmaya kalkmazdı.

Ama esas mühimini Osman’ın kelimeleriyle söyleyeyim.

Adamın edası şöyle özetlenebilir: “Muhafazakâr seçmenden oy almak gerekiyordu. Bunu biliyorduk. Ona göre oynadık ve aralarından bazılarının oyunu aldık”. Azıcık iletişim bilen biri, aynı şeyi şöyle söylerdi: “Muhafazakâr seçmene ulaşamadığımızı biliyorduk. Onlara neden ulaşamadığımızı ve nasıl ulaşabileceğimizi analiz ettik. Netice aldık.”

İki ifade tarzı arasındaki farkı siz fark etmişsinizdir, ama yine de işaret etmekte fayda var. Birincide “muhafazakâr seçmenin damak tadına uygunmuşuz gibi yaptık, onları kandırdık” deniyor. İkincide ise “bir şeyleri eksik yaptığımızın farkındaydık, o eksikliği bulduk, kendimizi tamamladık”. Bu yazıyı okusa Necati Özkan’ın ve/veya İmamoğlu’nun farkı anlayabileceğini zannetmiyorum. Anlatmaya kalksam yine anlayabileceklerini tahmin etmiyorum. Biri iletişimci, diğeri siyasetçi. Siyasi iletişim konusundaki performansları bu.

Tekraren özetleyeyim. Özkan’ın ima ettiği türden bir netice almadılar. Muhafazakârları kandıramadılar da yani. Esasında yapıp ettiklerinin muhafazakârlara yönelik olup olmadığı bile şüpheli. İmamoğlu’nun dindar biri olmasının muhtelif tezahürlerini saklamamayı propaganda olarak görüyorlarsa… Muhafazakârlar o işleri, Yasin okumayı filan, yemediler yani —nitekim mesele Yasin okumaksa, Erdoğan beş basar, neden İmamoğlu’na oy versinler? Bambaşka sebeplerle bambaşka zeminlerde gerçekleşen iklim değişikliğinin meyvelerini topladılar.

Ama diyelim ki Özkan haklı olsun, kendisinin kampanyaya saydığı şeyin oltasına bazı muhafazakârlar takılmış olsun. Birincisi, bu işi Özkan’ın anlatması yanlış. İkincisi bu iş böyle anlatılmaz. Azıcık performans sahibi olan her iletişimci söyler bunu.

Ortada performans filan yok. Biri —İmamoğlu’nun imasına göre— altı yıldır İmamoğlu’nun yanında, tekkeyi beklemiş, çorbayı içecek/içiyor. Öteki, 31 Mart’ta ve 6 Mayıs’ta bir hikâye yazmış. Artık ondan performans beklemeyeceksiniz. Bundan sonra her şey onun hakkı.

Sonra da Kemal Can “ama memleket çok performans takıntılı” filan diyor.

Ne diyeyim! Hepinize hayatta başarılar.

Add a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin