Ortaylı, Nişanyan, Nuray Mert, ben ve siz

YouTube önüme bir İlber Ortaylı videosu getirdi. Murat Bardakçı ile yaptıkları zevzek muhabbetlerden bir kesit. Baktım, süresi iki dakika kadar. Celal Şengör de olsaydı, tahammül kapasitem iki dakikaya elvermezdi ama bu şartlarda… Hmm, katlanılabilir.

Plajda İstanbul hanımefendilerinden biri bir diğerinin sandığını karıştırmış galiba. Öteki de “kerimesi olduğunuz hanımefendi görse dilhun olurdu” filan diyerek… Ah nereye gitmiş o hanımefendiler, nereden gelmiş şu kaba saba insanlar, filan.

Yani anlıyorum, Mülkiye’de insanlara bütüncül bir bakış, evrim teorisi filan öğretmiyorlar. Herkese her şey öğretilecek değil. Bana da Ortaylı’ya öğretilenler öğretilmedi mesela. Analitik analitik takılıyorsun da, az biraz istatistik biliyor olmak gerekmez mi? O sözü edilen kadınlar, hepi topu birkaç bin kişiydiler. Bütün Anadolu’nun kaynaklarının akıtıldığı İstanbul’da, nesiller boyunca inceltile inceltile imal edilebilmiş birkaç bin kişi. On milyonlarca kişi heder edilerek yapılabilmiş birkaç bin kişi. Şimdi plajlara hücum edebilen on milyonlarca insanın o kıvama getirilebilmesi için kanı emilecek birkaç trilyon insan ve iyimser yanından bir yüzyıl gerekiyor. Ama yok.

O incelikle kavga edilmesinin sürdürülebilmesi için, Ortaylı’nın, Bardakçı’nın, benim, sizin kanımızın emilmesinin sürdürülmesi gerekiyordu. İyi ki öyle olmadı. Kendi hesabıma konuşuyorum. Yoksa —üsluplarına, tavırlarına bakılırsa— Ortaylı ve Bardakçı, İstanbul plajlarının birinde iki zevzek kadın o üslupla kavga etmeyi sürdürebilsinler diye kendilerini feda etmeye hazır görünüyorlar.

(Bak böyle söyleyince fikir birden cazip geldi. Düşünsenize, dünyanın kendi baktıkları yerde görünenden ibaret olduğunu zanneden, görülmeye değer her şeyi görmüş olduklarından şüphe etmeyen bu zevat, mekteplere gittikleri yaşlarda koyun kırkmışlar, tarla çapalamışlar. Biz de onların seçkinci edalarına maruz kalmaktan azade yaşamışız.)

Adını Ortaylı’nın adıyla aynı metinde geçirmeyi içime sindiremesem de, Nişanyan’ın son yazısından da aynı bağlamda söz etmem gerekiyor. Ukrayna-Rusya savaşı iki ulus-devletin savaşı değilmiş, iki ayrı devlet anlayışının, iki ayrı medeniyet vizyonunun kavgasıymış. Estonya’dan Yunanistan’a dek irili ufaklı devletlerin ne kendilerine ne de insanlığa bir faydaları yokmuş. Hâlbuki Rusya, Ermenisinden Estonyalısına fırsat kapısı açarak, onların arasından işe yarayanların işe yaramasına imkân sağlayarak…

Rusya bir imparatorluk. Periferinin bütün kaynaklarını emerek, işte orada birkaç bin kişi imal etti. Ortada orijinal, özel bir medeniyet vizyonu filan yok, basbayağı, çağı geçmiş bir siyasi form olarak bir imparatorluk var. Esas mühimi, milyonlarca insan içinden işe yaramış birkaç kişiyi görünce, fotoğrafın tamamını görmüş olmuyorsun. Lysenko, onun zulmüne uğramış Dobzhansky, Belyaev filan dışarıda kalıyor. Daha yüzlercesi —eğer binlercesi değilse.

Hani yani, “Estonya, Yunanistan, Türkiye, Ermenistan, Gürcistan filan iyidir” diyor değilim. Ama insan yetiştirme meselesi böyle mi konur ortaya! Batı düşmanlığı yapacağız diye Stalin’e, Putin’e sempati mi duyacağız!

Milyonları heder ederek birkaç bin kişi imal etme meselesi Ortaylı’dan Nişanyan’a zıplamama sebep oldu. Bu batı düşmanlığının körleştirmesi meselesi de Nişanyan’dan Nuray Mert’e fırlattı beni. Nuray hanım da Ukrayna’da yaşananlar konusunda kurduğu her cümleyi “ama Batı’nın suçlarını, ikiyüzlülüğünü görmezden gelmeyelim”le tamamlıyor neredeyse. Görmezden gelmeyelim, tamam. Bence de… İyi de, Ukrayna’da yaşananların piyasa ile, neoliberalizm ile, kapitalizm ile alakası nerede? Piyasa değilse, ne? Kapitalizm değilse, ne? Bu vesileyle bir defa daha, sadece Nuray Mert’e değil, mesela Kemal Can’a filan da sorayım, piyasa değilse ne?

Derdimi ifade etmek için çok şık bir videoyu yine YouTube pasladı. Johann Hari adında biri, bir TED konuşmasında, madde bağımlılığı konusunda bildiğimiz her şeyin yanlış olduğunu iddia etmiş. 2015 tarihli videoya başlarken diyor ki, mealen, “madde bağımlılığıyla mücadelemiz tam yüz yaşını doldurdu.” Temel varsayımımız, Hari’ye göre, “bir defa başlarsan bağımlı olursun, o halde başlatmamak gerekir, o halde yasaklamalıyız.” Haklıdır, haksızdır bilemem ama bu stratejinin yaslandığı varsayımın, yani “başlarsan bırakamazsın” varsayımının yanlış olduğuna dair ikna edici deliller dile getiriyor.

Her neyse, derdim o değil. Anlaşılan o ki Portekiz, bir süre önce, strateji değiştirmiş. Bağımlıların diğer insanlarla bağlantılarını güçlendirerek (benim anladığım şekliyle hayatlarına anlam katmalarına yardım ederek) bağımlılıklarını yenmelerini sağlamaya çalışmış ve başarılı olmuş.

“Piyasa ve bağımlılık, ne alaka” demeyin, bir ilave unsur daha ekleyeceğim. Covid-19 gibi bir belanın içinden geçiyoruz. Bağımlılık konusunda olduğu gibi, Covid-19 ile mücadele konusunda da, “virüsün bulaşmasını engellersek, tamam” yaklaşımını baz aldık. Bir takım işler yaptık. Görünen o ki, genel fatura, pandeminin başlangıcında karantinaya alınan Diamond Princess gemisinde “kendiliğinden” gerçekleşenden daha hafif değil. Üstelik aldığımız tedbirler “yüzünden” gerçekleşen kayıpları da bilmiyoruz. Hiç bilmeyeceğiz, çünkü otoriteler ve otorite yardakçıları bu verilerin derlenmesini imkânsızlaştırmak için her şeyi yapacaklar.

Piyasa, bağımlılık ve pandemi, ortak noktaları ne?

Şu: Hayat bir bulmaca çözme süreci değil. Bağımlılık diye bir problem varsa, teşhis etmişseniz, o problemi bir bulmacayı çözer gibi çözemezsiniz. Bir bulmacayı herkes çözmeyi deneyebilir. Çözenler olur, çözemeyenler olur. Mesele şu ki, “çözenlerin hepsi aynı çözümü bulur”. Bağımlılıkla veya pandemiyle mücadele öyle şeyler değil. Öyle şeylermiş gibi davrandığınızda, bir çözüm bulamazsınız ama çözümle görevlendirilmiş iseniz, kendi bulduğunuzu çözüm gibi dayatırsınız. (Mesela bağımlılıkla mücadele ediyoruz diye —şimdilik— yüz yıl boyunca sayısız hayatı karartır, sayısız suçlu besleyecek bir bataklık yaratırsınız.) Bağımlılıkla mücadelede öyle olmuş. Pandemide öyle oldu. İkisi de ve başka birçok şey de, fiyasko. Ama “akıl ürünü” oldukları için, o fiyaskolar görmezden geliniyor.

Piyasa, bu tür problemlerde, “benim başka kimsenin akıl etmediği stratejilerim var” diyenlerin katılımını sağlar. Kendisini herkesten akıllı zannedenlerin büyük bölümü çuvallar ama genel toplamda, elimizde, herkesin işini görmek için kullanılabilir birçok şey kalır.

Yani?

Yaşadığımız problemlerin çok büyük bölümü piyasa yüzünden değil, kendisini piyasadan akıllı gören, “biricik doğru çözümün mevcut olduğunu”, “onun bulunabilir olduğunu”, onu da “kestirmeden bulabilecek olduğunu”  varsayan akılların merkezileştirilmesinin ürünü. “Yasaklarız uyuşturucuyu, tamam” diyenler piyasa değiller, piyasayı bozan kudretli özneler. Bütün kudretli özneler piyasayı bozar.

Eşitsizlikleri masa başında oturup, piyasayı devre dışı bırakıp çözemezsiniz. Bana kalırsa piyasayla da çözmezsiniz ama sözünü ettiğiniz, şikâyet ettiğiniz eşitsizliklerin çok büyük bölümü, esasen, piyasanın devre dışı bırakılmış olmasının neticesi. Bu hususta misal olarak bakınız

Netice olarak…

Plajda “dilhun olarak” kavga eden kadınlar, kendilerinden çok daha değerli milyonlarca insanın oyuncu olmasının engellendiği bir oyunda, birçok nesilde, yapa yapa, ancak plajdaki kavgalarını incelikli bir biçimde yapabilecek kıvama geldiler. Rusya ve Sovyetler, belki de bebek ölümlerini dramatik bir biçimde düşürebilecek bir Ermeni’yi dolap beygiri yerine dolaba koşarak, bir başka Ermeni’nin MIG tasarlamasını sağladı. Arada, Batı denen coğrafyada birileri, kendilerinin, başkalarının incelmesi için harcanmasına karşı koyabilecekleri çatlaklar buldular. O çatlaklardan çıktılar, Ortaylı’nın, Bardakçı’nın, Nişanyan’ın, Nuray Mert’in, Kemal Can’ın benim ve sizlerin koyun kırkması ihtiyacını ortadan kaldırdılar. Mekteplere gidebildik. Sonra, mekteplerde öğrendiklerimizle, bizim mekteplere gidebilmemizi sağlayan sistemi ikame edebileceğimize hükmettik.

O arada, o çatlaklardan çıkanlar, aynı çatlaklardan başkaları çıkmasın diye, çıktıkları çatlakların üstüne beton döküp duruyorlar. Beton dökenlerle uğraşacağımız yerde, o çatlaklardan çıkmaya çalışanlarla uğraşıyoruz. Kimisi “dilhun demeyi bile bilmiyor” diyerek, kimisi Rusya’nın kalın beton zemininde orijinal bir medeniyet vizyonu görerek, kimisi “bu kadar beton çare olmuyor, çatlak nosyonunu imkânsızlaştıracak bir şeylere ihtiyaç var” diyerek…

Hepimize kolay gele…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin