Top ve Kapan

Daha önce de işaret etmiş olmalıyım…

Yanlış hatırlamıyorsam “Annemi, Kız Kardeşimi, Erkek Kardeşimi Katleden Ben, Pierre Riviere”nin bir yerinde Foucault, kitabın ana akışı için bir mana taşımayan bir ayrıntı verir. 19. Yüzyıldayız. Fransa dünyanın ikinci büyük gücü ve en zengin ikinci ülkesi. O Fransa’da, bir ahşap masa ve biri kırık dört sandalyeden ibaret bir mirasın ciddi ciddi mahkemelik bir mesele olduğuna, gerçek kayıtlar vasıtasıyla şahit oluruz.

Braudel de “The Structures of Everyday Life” adlı kitabının bir yerinde, 19. Yüzyıl sonlarında ortalama bir Fransız’ın günlük gelirinin, bir somun ekmek, bir kalıp peynir ve bir şişe şaraba ancak yettiğini söyler. O sözü edilen Fransız’ın, dünyanın en zengin ikinci ülkesinin vatandaşı olduğunu hatırlatayım.

Yoksulluksa yoksulluk.

Dünyada insana yakışmayacak şartlara mahkûm yaşamak zorunda kalan milyarlarca insan var, itirazım yok. Ama sadece yüz yıl önce, bütün dünyada ancak birkaç yüz bin kişilik bir azınlığın imtiyazı olan şartların, bugün, milyarlarca insan için “kolayca erişilebilir” olduğunu da hatırlatmak istiyorum. Hayır, hatırlanmasa da olacak olsa, dert değil. Ama hatırlamayınca…Yaşadığımız dünyayı anlamak ve değiştirmek konusunda fena halde çuvallıyoruz.

İnsanoğlu on binlerce yıl boyunca yoksulluğu yenmek için çaba harcadı. Ancak son yüz yılda başardı bu işi. “Başardık, durup biraz dinlenelim” filan demiyorum da, sanki hâlâ 20. Yüzyıl başındaymışız ve yoksulluğu yenmemiz gerekiyormuş gibi, o ruh durumuyla, o dönemin kavramlarıyla bugünün problemlerini çözmeye kalkınca… Kısa kalıyor. Bu dünya, yani içinde nefes aldığımız dünya, başka bir dünya.

Bugün şimdi “ay ben çok bir solcuyum, yani çok iyiyim, herkesin iyiliğini istiyorum, emek, sendika” filan diye mızmızlanmalarla geçimini sağlayanlar var ya, yüz yıl önce yaşasalar, bu vasıflarıyla ve bu mesaileriyle açlıktan ölürlerdi. Orada bir lüks tüketim göreceksin, burada yoksul bir çocuk göreceksin, ahlanıp vahlanacaksın ve… Karnın doyacak, üstüne giyecek şeyler alabileceksin, yazın tatile gidebileceksin ve saire… Nerede o bolluk? Burada! Şimdi!

Günümüzün meselesi başka —kıtlık, yoksulluk değil. Şimdiki meselemiz, teferruatından soyup söyleyecek olursak, sahip olduğumuz zenginliğin, neredeyse kimse için tatmin yaratamıyor olması. Biri üretimi ve öteki de emeği kutsallaştıran iki kanat tarafından yazılmış bir sözlükle bugünün şiirini yazmaya kalkınca, herkes hissediyor anakronik bir şeyler olduğunu.

İmdi…

Kredi kartlarından söz ettim. Kredi kartıyla alışveriş ettiğinizde, ödediğiniz ücretin tamamı mal ve/veya hizmet sağlayıcıya gitmiyor, banka arada komisyon alıyor. O komisyonlar muazzam bir meblağa ulaşıyor. Ne oluyor? Kredi oluyor, borç oluyor. Kime? Büyük bölümü üreticilere… Üreticiler borç alıp üretim yapıyor, tüketiciler borç alıp o üreticilerin ürettiklerini satın alıyor. Ama arada bir şey daha oluyor. O üreticiler, giderek azalan oranda da olsa, birilerine ücret ödüyor. Biz hepimiz, muhtelif şapkalarımızla, bu hikâyenin içindeyiz, aynı anda hem üretici ve/veya üretimde ücretliyiz, hem de tüketiciyiz.

Borç mekanizmasını durdurabilseniz, durdurduğunuz anda, hepimiz açız. Borcun büyük bölümü, üretimi sürdürebilmesi için üreticilere gidiyor. Buğday bile üretilemez, çiftçi borçlanamasa…

Nasılsa kendi ömrü içinde olmayacağını bildiği için “ay ama zaten dünyaya da çok yüklendik, üretmeyelim, tüketmeyelim, gidelim bir kıyı kasabasında minimal minimal yaşayalım” babından romantik takılanlara lafım yok. Kastettikleri hayata 48 saat katlanamazlar ama takılsınlar böyle. Yok, eğer dünyayı değiştireceksek, başka bir lügate ihtiyacımız var.

***

Bir parantez açayım.

Bir arkadaşınızın havaya attığı topu tutmanız gereken bir oyun oynuyorsanız söz temsili… Topun hangi açıyla ve hangi hızla atıldığını bilirseniz, yerçekimi sabitini de biliyorsanız, hangi anda nereye düşeceğini hesaplayabilirsiniz. Aydınlanma aklı da size, “aha işte o ilk hız ve açı verilerini öğrenin, hesabınızı yapın, durmanız gereken koordinatı bulun, orada bekleyin” diye emrediyor.

Ama siz başka bir şey yapıyorsunuz. Bilenler biliyor, bilmeyenlere söyleyeyim, bir tür heuristic istihdam ediyorsunuz. Yükselmekte olan topa bakıyor, sonra bakışınızın istikameti ile yer düzlemi arasındaki açıyı sabit tutmaya çalışacak şekilde yer değiştirmeye çalışıyorsunuz. Bir mantığı var mı? Şöyle bir mantığı var: İşe yarıyor.

İnsanlar muhtelif sebeplerle sayısız heuristic istihdam eder. Bu sayede beynin işlem yükünü makul bir seviyede tutar. Aydınlanma aklıyla karar verilmeye kalkılsa verilemeyecek kararları, belki optimal değil ama kabul edilebilir bir performansla vermeyi sağlar. Yukarıdaki misale dönecek olursak, siz ilk hızı ve açıyı ölçmeye çalışırken top yere düşer. Ama bahse konu heuristic sayesinde, hiç değilse yakalamaya çalışırken eğlenirsiniz.

***

Neoliberalizm —veya daha önceki muadilleri— birer heuristic, Aydınlanma kafalıların iddia —veya en azından ima— ettikleri gibi, bir merkezde birilerinin planladığı kötücül planlar değil.

(Devam etmeden… Bir mağaza mevsim sonunda stoklarını yaktığında, bir kadın kendi çocuğunu öldürdüğünde, Fransa’da sarı yelekliler sokağa çıktığında, çocukları odasından bilgisayarın başından kalkıp sofraya gelmediğinde, Kürtler bir şeyler talep ettiğinde, yani hoşlarına gitmeyen herhangi bir şey vuku bulduğunda, “kapitalizm, neoliberalizm” diye çığrışanların istihdam ettikleri de bir başka heuristic. Sistemin —maddi şartların değişmesiyle ortaya çıkan— olabilirliklerden birine çökmesiyle gerçekleşmiş, planlanmamış, herhangi bir öznenin marifeti olmayan şeyleri akılları almıyor. Bir vakitler iki adam tarafından enine boyuna düşünülmüş, sonra binlerce kişi tarafından orasına burasına eklenti yapılmış bir kavramlaştırmayı öğrenmek de zor. Beyinlerinin işlem yükünü hafifletmek için, hoşlarına gitmeyen her şeye, öğrenmeye üşendikleri o kavramlaştırmadan mülhem, “aha işte kapitalizm” deyip geçiyorlar.)

Neoliberalizm bir heuristic. Topu tutmaya yetti. Ama bir mesele var, topu tutalım derken ayağımızı kapana kaptırdık. Öyle olur. Sizin için en büyük problemi çözdüğünüzde her problemi çözmüş olmazsınız. Öyle olur ve o halde dert edecek bir hal yok. Yine oldu işte, bir problemi çözdük, bir başkasını yarattık.

Da…

Topu tutmak için istihdam ettiğiniz heuristic, ayağınızı kapandan kurtarmak konusunda hiçbir işe yaramaz. Yani? Yaşadığımız problemlerin tabiatı ile konuştuğumuz mevzuların muhtevası arasında zerre kadar münasebet yok. Son derece derin yoksulluğun ortasında geliştirilmiş —o yoksulluğun yenilmesinde de pek işe yaramamış ama yine de yoksulluğun aşılabilir bir problem olarak algılanmasına ziyadesiyle katkı yapmış, böylelikle de çok işe yaramış— kavramlaştırmaların, ayağımızı kapandan kurtarmaya zerre kadar faydası yok.

Şimdi derdimiz başka.

İnsanlar, kendilerini ilgilendiren kararlara katılmak istiyorlar. “Benim de Boğazda —veya Sen Nehrinin kıyısında— bir yalım olsun” derdinde değiller, “benim sözüm de kayıtlara geçsin” derdindeler. İnsanlar… Yani mesela bir kadın… Kadın, eczacı, anne, İstanbul’da yaşıyor, aslen Sivaslı, Alevi, Kadıköy Anadolu ve İstanbul Üniversitesi mezunu, Fenerbahçe taraftarı… Daha sayayım mı? İnsanlardan, milyarlarca insandan söz ediyoruz ve bir tekini bile kuşatıcı bir biçimde tarif edemiyoruz. Ali Koç’un verdiği/vermediği kararlar da Sağlık Bakanlığının çıkardığı/çıkarmadığı yönetmelikler de, İstanbul Üniversitesi rektörünün tercihleri de… Sayısız karar onun hayatını etkiliyor. Ve elindeki enstrümanlar, seçimden seçime gidip bir rey vermek, Eczacılar Odası seçimlerinde bir başka rey vermek, Fenerbahçe Kongre üyesiyse kongrede bir başka rey vermek…

Kendisinden rey isteyenler ve reyini alanlar, mevcut şartlarda bir paket satıyorlar kadına. Kadın paketler arasından paket seçmek zorunda ve hiçbir paket kadının sayısız katmanının küçük bir bölümü için bile tatmin edici değil.

Mevcut siyasi ve sosyal teknolojinin zarureti bu. Kadından rey isteyenlerin kötücüllüğünden filan kaynaklanmıyor. Hep böyleydi.

Ve anahtar kavram da burada. Hep böyleydi. Kadının annesinin derdi başkaydı —yoksulluktu— ve rey verebiliyor olmak bile onun için bir ileri adım idi. Kendisini ifade etme şansı idi. Ama kadının elinden televizyonunu, cep telefonunu, internetini alıp annesinin —sahip olduğunda kendisini çok zenginleşmiş hissettiği— radyosuna mahkûm etseniz, annesinin tatmin duygusunu bekleyebilir misiniz? Şimdi de hal böyle. Siyaset teknolojisi hep böyleydi ve artık böyle olmasın istiyor kadın.

Dünyanın yükselen gerilimlerini aşabilmemiz için başka bir siyaset tarzı, başka bir siyaset teknolojisi gerekiyor.

Bugün mesela, AKP’ye rey veren biri için başörtüsü önemli bir issue olabilir. Ama mesela aynı kişi, Kürtlerin Kürtçe konuşmasından ve hatta kendi özerk yönetimleri olmasından hiç de rahatsızlık duymayabilir. Şeker Fabrikalarının satılmasına karşı olabilir. Şehirlerin mimari dokuları hakkında ise bir fikir sahibi olmayabilir. Aynı partiye rey veren bir başkası ise, “isteyen örtüyordu, yine örter, bu mesele artık konumuz değil” diye düşünüyor olabilir başörtüsü konusunda. Ama Kürt mevzuunda son derece şahin olabilir. Şeker fabrikaları umurunda değilken, şehirlerde yapılanlardan fena halde rahatsız olabilir. İkisi de aynı pakete mahkûm.

Herkesin kendisi için önemli gördüğü hususlardaki kararlara etki edebildiği bir mekanizma olsa, gerilim bu kadar yükselmeyebilir. Çünkü… En yakıcı olduğunu düşündüğünüz çelişkiler bile, mesela Kürt meselesi bile, iddia ediyorum ki, toplumun büyük çoğunluğunun kayıtsız olduğu meseleler. “Öyle olsa da olur, böyle olsa da” dediği…

Yarının kapısını açacak anahtar buralarda bir yerlerde kayboldu yani. Gidip “ama orası aydınlık, Aydınlanma aydınlığı” diyerek, bildiğiniz yerlerde aramanın manası yok. Bulamazsınız.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin