Bir Devrimin İçinde

Benim açımdan insan, evrimin göz kamaştırıcı bir ürünüdür. Evrim bir özne olsaydı, insana baktığında gözleri kamaşır, göğsü kabarır mıydı, bilemem. Demek istediğim şu ki, benim açımdan insanın göz kamaştırıcı bir şey olması, mesela insanı fevkalade estetik bulmam totolojidir. Evrim insanı, insanı göz kamaştırıcı bulacak biçimde yapmış. Son derece vahşi bir rekabet ortamından ibaret olan tabiatta insanın hayatta kalmasını sağlayan en mühim —belki de biricik— vasfı bu. Eğer başka insanlara muhabbet beslemiyor, onlara güvenmiyor, onları arzulamıyor olsaydık…

Olmayacaktık.

Nokta.

Kutsallıktan, biriciklikten, üstünlükten filan söz etmiyorum. Son derece rasyonel, son derece akli, olabildiğim ölçüde mühendisçe bir akıl yürütmeyle söylüyorum ki, insan müthiştir. Son derece değerlidir. İnsanın değerini düşürmeye, onu devalüe etmeye, dolayısıyla, fevkalade muarızım.

İnsanın değerini düşürmek için müracaat edilen, bildiğim kadarıyla iki strateji var.

Birincisi, mesela İslam’ın, Türklüğün veya “işçi sınıfının kaçınılmaz zaferinin” neferi haline indirgemek. İslam —veya diğer dinler— esasen, insanın küçük kabile asabiyesinden kurtulup, daha çok insanla daha karmaşık örgütlenmeler kurabilmesini sağladıkları için muzaffer oldular. İnsanlar içindiler. “İnsanlar için” olmaktan çıkıp “insanların kendileri için olduğu müesseseler” olarak tarif edildiklerinde, zıvanadan çıktılar. Milliyetçilikler sahaya indi. İnsanları müesseseleşmiş dinin tecavüzünden kurtarmak kastıyla… Milliyetçilikler de benzer bir kadere sürüklenirken, sosyalizm gibi evrensel formülasyonlar geliştirildi.

Netice çok da değişmedi. Birileri, insanları başka insanların tahakkümünden kurtarmak için geliştirilmiş ne varsa, onu başka insanları neferleştirecek biçime soktu. Benim dinlerle, milliyetlerle, sosyalizmle filan bir alıp veremediğim yok. Kendisinin ve bütün insanların hürriyetinin kaynağını imanında veya milliyetinde veya sosyalizmde bulanlara dibine kadar saygılıyım. Dini, milliyeti, sosyalizmi veya başka herhangi bir fikri, esasen insanları özgürleştirmek için bir kaldıraç olmuş, olabilecek olan fikirleri insanların hürriyetini baskılamak için kullanmaya kalkan herkese itirazım var. Tekrar olduğunun farkında olarak, bir de şu kelimelerle söyleyeyim, dinler, milliyetler, sosyalizm ve saire, insanlar içindir. İnsanlar onlar için olduğu anda, benim devrelerim karışır.

İnsan, karar verebilen bir canlıdır. İnsanın hürriyeti, karar verme hürriyetidir. İnsanı neferleştirmek, onun kararlarını başka öznelere —şahıslara ve/veya kurumlara— devretmektir.

İnsan, kendi kararlarını verir ve neticelerine katlanır. İnsan türünün —veya insan türünün herhangi bir altkümesinin— başarısı için, türün ve/veya altkümesinin bütün fertlerinin bütün kararlarında doğru tercihler yapılması icap etmez. Öyle bir hal zaten mümkün değil de, ilaveten pek çok durumda doğru karar diye bir şık da yok. Dolayısıyla insanları, yaptıkları tercihlerin yanlışlığıyla tasnif etmeye kalkmak manasız bir mesai. Buna şimdi burada işaret etmeye neden ihtiyaç duydum? Çünkü dini, milli ve/veya sınıfsal “müesseseler”, meşruiyetlerini, fertlerin yanlış tercihlerde bulunma ihtimalleri üzerinden inşa ediyorlar —onları hata yapmaktan alıkoymak gibi iyicil iddialarla. Benim veya başkasının hatalı tercihlerde bulunma imkânını müdafaa etmek, başkalarına tahakküm etmekten gayrı bir hayat tasavvuru olmayan işbu zibidileri sınırlandırmak için elzemdir.

Gelelim insanı devalüe etmekte müracaat edilen ikinci stratejiye… Buna strateji denebilir mi, bilmiyorum. Bir misalini bir defa daha Ümit Kıvanç’ta görebildiğimiz gibi, günümüzde moda olan, doğrudan insanı aşağılamaktan ibaret. Yani dini, milli veya sosyalist “müesseselerin” inceliği, zarafeti bile yok. Şöyle başlamış Kıvanç: “Bugün başımıza gelen ya da kullandığımız her şey yeni icat değil. Biz de, 20. yüzyılın hepimize bahşettiği ‘olmuşluk’-mükemmellik duyguları, kibir ve insanlık tarihinin âdetâ bize ulaşmak üzere yükselerek geliştiği yanılsamalarının ilham ettiğinin aksine, o kadar özgün ve muhteşem yaratıklar değiliz.”

Bir defa o söz ettiği “olmuşluk” duyguları 20. Yüzyılın mahsulü değil, 19. Yüzyılın mahsulü. Ama bu teferruata takılmadan, mezkûr yazının bitişine de göz atalım: “Ulan, sen bir yandan Rönesans’lara kalkışırken öbür tarafta cadı avlayan bir şuursuzsun! Radara yakalanmayan uçağıyla, kıtalararası füzesiyle, İHA’sıyla, SİHA’sıyla, akıllı mermisiyle bilmemnesiyle övünen zamâne muktediri, sen de aha şu cadı avcılığından bir adım ileri gidememiş bencil ve zalim dangalağın tekisin! Ne şişiniyoruz ki?..”

Yani cadı avından bir adım ileri gidememiş miyiz? Bu nasıl bir körlüktür? Ne kötücül bir körlüktür! Sözünü ettiği dönemlerde insanların kahir ekseriyeti bir avuç insanın malı mertebesindeydi. Kendi kararlarını verme hürriyetine sahip olan bir avuç insan vardı. E, evet, bugün de her birimiz, birçok kararımızı, bir takım muktedirlerin sınırladığı seçenekler içinde vermek durumundayız ve birçoğumuz kendi kararlarını gönüllü olarak bazı şahıs veya müesseselere devretmiş durumda. Ama aradaki farkı görmemek için insanın gözleri nasıl bağlanmış olmalı!

Daha önce de yazdım, Kıvanç’a kendimizi beğendirmemizin imkânı olmadığını keşfedeli çok oldu. Kıvanç gibilerin kafalarının nasıl çalıştığını anlamakta da aciz kalıyorum. Yani insan nasıl olsaydı memnun olacaklardı? Referansları ne? Hangi kıstaslarla kıyaslayarak insanın “olmamış” olduğuna hükmediyorlar? Evrim bir özne olsaydı ve Kıvanç’ın önünde diz çöküp, “yani benim becerebildiğim bu ulu, yüce Kıvanç, olmamış besbelli, şimdi siz onun yerine bir tasarım yapsanız” deseydi, nasıl bir şey yapacaktı/yapacaklardı, sahiden merakımı mucip.

Neyse…

Kıvanç, öfkesinin hedefi olarak “zamane muktediri” diye bir özneyi gösteriyor ama yazının dili, insan türüne mensup olan her bir ferdi hedef aldığını gösteriyor. Ama diyelim ki sahiden de muktedirlerden müşteki. Muktedirlerden müşteki olan, insanın tabiatına, fıtratına sövmez, insanın başardıklarını —kendi tasavvur ettiklerine kıyasla çok kısa kalmış olsalar bile— azımsamaz.

Derdimi ifade etmek için bir başka yazıya müracaat edeyim. Galiba Kıvanç’ın yazısının Gazete Duvar’da yayınlandığı gün, Serbestiyet’te, Yasemin Akyol Başar Melbourne’dan bildiriyordu. Trump vakası ve günümüzün Türkiye’sinde yaşananları Gaslighting kavramıyla açıklamaya çalışıyordu Başar. Benim iddiam ise tam aksi yönde. Kıvanç gibiler, Kıvanç’ın fevkalade karşı olduğunu tahmin edebileceğimiz —kime karşı değil ki— Clinton gibiler, NYT, Hollywood gibi odaklar toplumlara durmadan, “kötüsünüz, aptalsınız, biz olmasak bir hiçsiniz, bize muhtaçsınız, sizin kararlarınızı biz vermeliyiz” diye geldikleri için, Gaslighting yaptıkları için Trumplar, Erdoğanlar mümkün oldu.

Çünkü…

Evet, insanlık ağır ağır da olsa, giderek genişleyen ağlar halinde, giderek karmaşıklaşan örgütlenmeler inşa ediyor. 20. Yüzyılın ikinci yarısındaki genişlemede bir mevki kazanmış olanlar, bir sınıf gibi, kendilerinin altındakileri kendi altlarında tutabilmek için, “biz zekiydik, üstelik çalıştık, başardık, siz haddinizi bilin” diye baskıladılar. Uzun süre de kendi tahtlarını korudular. Ama işte insan haddini bilmiyor. Dahasını istiyor. Kıvanç için kötü bir vasıf olan bu özellik, benim için son derece saygıdeğer bir tutum.

İnsanlık tarihi, giderek genişleyen ağlar halinde, giderek karmaşık örgütlenmelerin inşasının tarihidir. Yığınların, en alttakilerin, “insanların” önünü kesemeyeceksiniz. “Gaslighting” filan artık para etmiyor. İnsana inanmayanlar, güvenmeyenler, yavaşça kenara çekilebilirler. Aksi halde yığınlar onları ezecek —ben de pek üzüntü duyamayacağım.

Biliyorum ki, bir açıklama gerekiyor. Benim Trump’a, Erdoğan’a veya Bahçeli’ye, Feyzioğlu’na veya muhtelif benzerlerine muhabbet beslemem bahse konu değil. Ama yığınların Trump’a, Erdoğan’a oy verdiler diye aşağılanmasına itirazım var. Trump’ın veya Erdoğan’ın yaptığı Gaslighting ise, yani zaman zaman öyle yapmış iseler, onu hasımlarından öğrendiler. Esas Gaslighting yapanlar, yapa gelenler, yığınları, insanı aşağılayanlar, Clintonlar, NYTler, Hollywoodlar oldu. Merkez Bankası marifetiyle para politikasını kamudan kaçırmak gibi hinlikler icat edenler…  Dış politikayı “devlet politikası” filan gibi başlıklarla kutsayıp kamudan kaçıranlar. Bunları alkışlayanlar. Ve gördüğünüz gibi, hâlâ şehvetle yapıyorlar. Sonra da başkalarını Gaslighting yapmakla suçluyorlar.

Anlamakta zorlanılabilir ama bu hikâye bitti. Toplumların en altına istiflenmiş olanlar, artık kendi kararlarını vermek istiyorlar. Size/bana ihtiyaçları varsa, onu da kendileri tayin etmek istiyorlar. Tarafınızı seçmek zorundasınız. Ya imtiyazlarınızı korumak için insanı aşağılayacaksınız veya insanın yanında durup insanlık tarihinin bu heyecan verici merhalesine katkıda bulunacaksınız.