Makinist! Işıkları Söndür!
Nereden başlasam bilemedim, iki ayrı yerden başlayıp aynı yerden denize dökülmeye çalışayım.
Mücahit Bilici, Duvar’da, bence kesinlikle okunması gereken bir yazı yazmış. Kavramların yetmediği —veya artık yetmez olduğu— durumda ne yapılabileceğine dair şık bir deneme.
Kürtlüğü Bilici’nin bildiği gibi bilemem. Bir özne —veya Bilici’nin daha sevebileceği bir deyişle, bir varlık— olarak Kürtlük, bakılıp da görülmeyenleri adlandırabilir. Yani, hangi sınıftan, hangi cinsiyetten olurlarsa olsunlar, aralarındaki bütün farklılıklara rağmen neredeyse bütün Kürtlerin ortak bir özelliği olarak bakılıp da görülmemeleri, “işte burada aynı vasfı paylaşanlardan müteşekkil farklı bir özne var” demeye kâfi olur.
Bence Bilici’nin kavramlaştırma çabasının yetersiz kaldığı nokta, Kürtlere bakıp da görmediğini varsaydığı öznede de aynı bütünlüğü, aynı aynılığı görmesinden kaynaklanıyor. Mevzu Kürt olunca, kendisinin olanca aşağılanmışlığına, aşağılanıyor oluşuna, nazarına ipotek konmuş olmasına bakmadan, daha doğrusu bütün bunları unutup Kürt’e akıl vermeye pek hevesli olan birçok kişiyi ben de tanıdım.
Ama…
Her şeye rağmen, beri taraftaki herkesin paltosunu çıkardığında altında beliren aynı üniforma olduğunu zannetmiyorum. Uzatmadan şöyle söyleyeyim, Kürt’e bakıp görmeyen birçok özne var, o öznelerin görmemekteki dayanakları farklı. O öznelerin en tayin edici olanı, bence, medenileştiriciler olarak adlandırılabilir. Kürt’e baktıklarında görmüyorlar, çünkü zaten onların normlarına göre medeni olmayanların hiçbirini görmüyorlar. Medenileştiriciler açısından Kürt’ün çok özel bir pozisyonu olduğunu zannetmiyorum. Başörtülü kızları da görmüyorlardı mesela. Alaturka dinleyenleri, varoşlara yığılanları, üniversite kapısında bekleşenleri de görmüyorlardı.
Mesut Yılmaz, galiba başbakan iken, Cindoruk’un filan da katıldığı bir TV programında, AB’yi “medenileşme projesi” olarak tarif etmiş, programdaki kimse “ne yani biz medeni değil miyiz, biz bir medeniyetin mensubu değil miyiz” diye sormamış, hararetle veya zımnen kendisine destek vermişlerdi. Türkiye’nin medenileştiricileri, tam da Bilici’nin dediği gibi, kendi sübjektif nazarlarını tüm taraflar için objektif nazar olarak görenler idi yani. Kanımca kendi sübjektif nazarlarının objektif nazar, the nazar olduğuna inanıyorlardı da… En azından çoğu… Kendi medenilik kıstaslarının evrensel olduğuna inanıyorlardı.
Tekrarlayayım, onlar açısından Kürt’ün veya Kürtlüğün çok özel bir kategori olduğunu düşünmüyorum. Kürtler medenileşiverselerdi, hanımların beylerin bir derdi kalmayıverecekti yani. Kürtler ne yapsalardı medenileşiverdiklerine kanaat getirilecekti? O liste uzun. Kürtçe konuşmakta ısrar etmeyeceklerdi mesela —devletin Türkçe öğretmeye gücü yetmiyorsa, kendileri devletin eksiğini kapatmanın yolunu bulacaklardı, devlet her işe nasıl yetsin? Gencebay dinlemeyeceklerdi ve elbette kendi teksesli müziklerini de… Öyle sıra geceleri filan, ne kadar primitif. Ravel dinlemeden olmaz. Apartman katlarında oturacaklar, başlarındaki derebeylerini defedecekler, falan, filan… Basitçe söyleyecek olursak, mesela Almanya’ya gittiklerinde “aa, siz Kürt müsünüz, Türkiye’den mi geldiniz, inanmam vallahi” denecek kıvama gelmeleri gerekiyordu. Bu işi de kendi kendilerine yapmaları gerekiyordu, Türkiye’de siyasetin —yani devletin— daha mühim işleri vardı, ileride geleceğim.
Beri tarafta meseleye başka biçimde yaklaşanlar da var/dı. Bir bölümü, devletin kendisini görmemesinin acısını, Kürt’ü görmeyerek telafi etmeye çalışanlar/dı mesela. Bir bölümü için Kürt, gelip işini elinden alandı —onlar Kürt’ü fena halde görüyorlardı. Eğer orası Bilici’nin işaret ettiği gibi homojen idiyse bile, burası —onun ima ettiğinin aksine— homojen değildi yani.
Burasının heterojenliği çok da müessir olmadı. Bugün ne kadar görmezden gelinirse gelinsin, sosyoloji, dolayısıyla toplumun heterojenliği bir mana taşıyor çünkü toplum, 1930’lara, 1960’lara kıyasla çok daha güçlü. Dünyanın her yanında… Küçük bir zümre, dünyanın her yanında, toplumların akacağı yatağı belirlemekte, bugünkü ile kıyaslanmayacak kadar tayin edici idi. Türkiye’de o zümre, medenileştiriciler idi… Galiba modernleşememiş de modernleştirilmiş olan bütün toplumlarda, Mısır’da, İran’da, Japonya’da, Hindistan’da, Arjantin’de, Rusya’da… Rest not West olan her yerde, şöyle veya böyle, medenileştirici küçük bir zümrenin borusu ötüyordu.
İşi bu noktadan, geçenlerde sözünü ettiğim bir asimetriye bağlayacağım. “Bizlerin herhangi bir konuda kafasının karışık olmaması meseledir” demiştim ve eklemiştim, “karar vericilerin ise kafası karışık olması meseledir.” Ama önce, çok alakasız bir yerden başlayarak buraya gelmem gerekiyor.
***
Atılgan deist olmuş, olduğunu ilan etmiş. Nevşin Mengü de bu olağanüstü entelektüel kaymanın peşine düşmüş, muazzam bir gazetecilik performansı olarak. Bu sayede bana da malzeme çıktı.
Evet, Atılgan’ın dediği gibi, hilafet bir siyasi kurumdur, dini bir kurum değil. Ve yine Atılgan’ın dediği gibi, dinin nasıl bir şey olduğunu da inananları belirler, kutsal kitapları, kitap yorumları filan değil. Ve yine Atılgan’ın dediği gibi, Türkiye’nin Müslümanları, artık Allah’a değil, dine inanıyorlar.
Atılgan öyle bir şey demiyor ama söylediklerinden, sanki şimdi gerçekleşmiş, özel bir değişimle karşı karşıyaymışız gibi bir netice çıkabilir. Türkiye’nin Müslümanlarının Allah’a değil de dine inanmaları, tarihte ilk defa rastlanan bir olgunun biricik misali değil. Hep böyle olur. Geçende işaret ettim, insanlara yol bulmaları için geliştirilen pusulalar, zamanla, kutup yıldızına dönüşür.
Türkiye’de mesela, Türkçülerin Türkleri, yani kendisinin Türk olduğunu düşünen insanları umursadığına dair bir işaret görüyor musunuz? Türkiye’nin Türkçülerinin yegâne derdi, Türklük dedikleri şey ve… Biraz eşelediğinizde görüyorsunuz ki, kafalarındaki o muazzez Türklüğe layık bir tek Türk yok —kendileri de dâhil. Dolayısıyla korunması, esirgenmesi, yüceltilmesi gereken bir tek Türk de yok. Hâlbuki yola çıkarken Türkçülük, Türklerin, kendisine Türk denen insanların, Türkçe konuşan insanların yüceltilmesi gibi bir ülküye sahipti. Türkçe bile bilmeyen, Türkçe bilmeyi bile umursamayan birilerinin, muhayyel bir Türklük üzerinden kendilerini tatmin aracına dönüştü.
Türkiye’de mesela sosyalistlerin serencamı da benzer bir şey. Ama bu hususta rekor, muhtemelen bir daha aşılamayacak bir biçimde, Stalin’e ait. Ezilenler, işçi sınıfı mensupları, sosyalizm için kurban edilebilir piyonlara dönüşmüşlerdi. Sosyalizm işçiler içindi, işçiler sosyalizm için oldu.
İslam da insan içindi. Artık insan İslam için. Daha önce yazmıştım, benim büyüdüğüm Türkiye’de insanlar Müslüman olmakla ziynetlenmiş hissederlerdi kendileri, kıymet kazanmış… Gülen denen meczup, “âlemlere rahmet olana layık olamamak” edebiyatı üzerinden, Müslümanı zelilleştirdi. Dün kendilerini kayırılmış, kıymetli hissedenler, bugün insanların en haysiyetsizi olarak görmekte birbirleri ile yarışır hale geldiler ve bu dönüşümü de matah bir şey olarak kabul ettiler. Gülen bu işin şahikası idi ama elbette sadece onun marifeti ve onun cemaatiyle sınırlı bir şey değildi.
Kör karanlıkta, yolun izin olmadığı bir dünyada yol almaya, yol açmaya çalışıyoruz. Sanki bir yerlerde bir vaha varmış gibi yapmaya ve o vahaya ulaşmak için de bir pusulaya ihtiyacımız var. İnsan olma hali bu. Bir pusula geliştiriyoruz. Sonra o pusulanın kendisi bir kutup yıldızı oluyor.
Neden?
Zamanın bu işte bir rolü var diye düşünüyorum. Dolayısıyla belirli aralıklarla kavramsal devrimler gerekiyor. Bu süreçte de, genellikle, mevcut pusulalar biraz değiştirilip güncelleştirilerek yeniden pusulalaştırılıyorlar. Dinler mesela, sürekli olarak kendilerini yeniliyorlar.
Dı…
Zamanın dışında, pusulaların kutup yıldızına dönüşmesinde müessir bir başka faktör daha var. O da iktidar. Nevşin Mengü, olanca basitliğiyle, Atılgan’ı bu mevzie çekmeye çalıştı, o da kaçındı. Ama evet, Türkiye’de İslam’ın bir pusula olmaktan çıkıp bir kutup yıldızına dönüşmesinde, daha doğrusu bu sürecin olağanüstü hızlanmasında, iktidar olmasının büyük hissesi var.
Ne istiyor yani Atılgan? Ezanlardan sonra sala verilmesin. “Gerçek İslam diye bir şey yoktur, İslam inananların inandığı şeydir” diyen Atılgan, “İslam’da böyle bir şey yok” diyor. Ama var. Müslüman, gücünün yetmediği durumda, kendisini beğenmediği durumdan çıkarması için Allah’a dua eder. Allah bu duaya icabet ettiğinden/edeceğinden değil ama dua eden insan kendisinin kimsesiz olmadığına inandığı için de dua işe yarar.
Yine de Atılgan “gerçek İslam’da bu yok” derken haklı, çünkü duanın böyle —yani üretilemeyen siyaseti ikame edecek bir şey— olarak istihdamı, sadece siyaseti değil, duayı da ifsad eder. Etti. Dua, dua edeni yücelten bir şeydi, acizleştiren bir şey oldu.
***
Yenilmiş, dizleri üstüne çökmüş bir medeniyetin mensuplarının acı çekmesi kaçınılmaz bir şey. O medeniyetin mensuplarının, kendilerini yenmiş olanlara özenmesi, onların performansının kaynaklarını araştırması, anlaşılır olmanın ötesinde saygıdeğer bir tutum. Aralarından, kendilerini yenmiş olanların müziğinde, kıyafetinde, kanunlarında, şusunda busunda bir kıymet vehmedenlerin çıkması, saygıdeğer olmasa da anlaşılır bir şey. Ama Türkiye’de olan şey başka bir şey. Türkiye, kendisine kaybolmadığı duygusunu vermekte işe yarayabilecek olan Batılılaşma pusulasına kutup yıldızı muamelesi yapan bir zümrenin eline düştü. O zümre, kendi kafasına göre Batılılaşmaya ayak dirediğini düşündüklerini Batılılaştırmayı siyaset zannetmeye başladı. Başaramadı. Başaramadığı noktada da görmezden gelmeye başladı.
Mezkûr zümrenin çaresizliğini ilk defa, şehirlerin kıyısında, şehirlerdekinden çok daha kalabalık nüfusları barındıran varoşların zuhur etmesiyle imtihan edildiği sırasında hissettim. O zümrenin ilk çaresizliği değildi o, ama benim aklımın ermeye başladığı dönemdeki ilk çaresizlikti. Şehirliler varoşları görmezden geldiler. Ta ki Orhan Gencebay minibüslerde, kahvehanelerde bangır bangır bağırmaya başlayana kadar. Görmemeyi öğrenmişlerdi, kulaklarını sağırlaştırmayı beceremediler, Gencebay’ı TRT’ye sokmadılar.
Yani?
Bilici’nin Kürtlüğe has bir şeymiş gibi anlattığı şey, benim perspektifimden bakıldığında, daha büyük bir tablonun bir motifi. Evet, Kürtler sömürge filan değil. Çünkü bütün Türkiye bir sömürge idi ve küçük bir zümre bu sömürgeye kendilerini vali atamış olanlar ile onların yanında kümelenmiş olanlardı. Gurbette olan onlardı.
Her şeye rağmen, o medenileştirici zümrenin imkânları boldu. Mesela 60’lara kadar TRT diye bir şey vardı ve hangi müziğin dinleneceğini tayin etme imkânı sağlıyordu. Ne zaman ki kasetçalarlar piyasaya çıktı, yoksullar, dışlanmışlar, daracık bütçelerinden kaynak ayırıp birer kasetçalar sahibi oldular, TRT’de yasaklar koyanlar komik duruma düştüler. Ellerindeki bütün imkânlarla, mesela neredeyse tümüne söz geçirebildikleri yazılı basınla filan, kuyruğu dik tutmaya, Gencebay müziği hakkında derin görünüşlü tahliller yazıp yaymaya filan devam ettiler ama bu, onların, olduklarından da daha komik durumlara düşmelerine sebep oldu.
Esas mesele, malum zümrenin siyaset üretmemesinden kaynaklanıyordu. Siyaset niyetine üretilen şey “şehirlere gelmesinler, kırda karınlarını doyurmalarının bir yolunu bulalım”lardan ibaretti. Dünya bambaşka bir yere gidiyordu hâlbuki. Şimdi tam oranları hatırlamıyorum ama kabaca, Demirel iktidara geldiğinde Türkiye’nin kırsalda yaşayan nüfusu yüzde yetmişe yakındı. Aynı tarihlerde Japonya’da da bu oran yüzde altmışın üzerindeydi. Demirel 12 Eylül marifetiyle kızağa çekildiğinde, Türkiye’de nüfusun yarısından çoğu hâlâ kırsalda yaşıyordu, Japonya’da ise aynı oran yüzde onun altına düşmüştü. Aynı dönemde Türkiye’de üniversitelerin kapısında milyonluk kuyruklar oluşmuştu ve sömürge yönetiminin üniversitelerden sorumlu branşının siyaseti “gelmesinler” idi. O kadar.
Türkiye’de o tarihlerde kimse bu mevzuları konuşmadı. Ne sosyalistleri, ne liberalleri, ne Türkleri, ne Kürtleri, ne dindarları, ne laikleri…
Tıpkı şimdi olduğu gibi…
Daha en başından itibaren herhangi bir siyaset üretme kabiliyeti olmadığını teşhir etmiş, memleketin önüne bir hedef koyma kabiliyeti olmayan, esasen bir hedef koymak gerektiğini bile idrak edememiş bir zavallı heyet, alnı secde görenler iktidara gelince her şeyin kendiliğinden çözüme kavuşacağını zanneden, alınları secde gördüğüne göre artık ilave bir şey öğrenmelerine ihtiyaç olmadığını varsayan bir tuhaf zümre, iktidarı ele geçirdi. İktidara gelmeden önce “dünya nereye gidiyor, Türkiye’nin potansiyeli ne, nasıl realize edilir” filan gibi mevzulara zerre kadar kafa yormamış birileri, aralarından bir cahili asrın lideri ilan ederek, ilan ettiklerine kendileri iman ederek, meselelerin hallolacağını varsaydılar.
Eğer İslamcılar değil de iktidarı sosyalistler ele geçirseydi, mevzu farklı gelişmeyecekti.
Çünkü… Hanımlar beyler bir salonda ışıklar kararsın, makinist makineyi çalıştırsın da film başlasın diye bekleşiyorlar ama film başka yerde oynuyor. Üstelik artık sinema filmi de değil. Zaten ışıklar da kararmıyor. Makine de yok hanidir.
Esas mühimi…
Makinistin yapmasını bekledikleri iş, işin tabiatı icabı, onların işi…
Yani dünya değişmiş, her şey değişmiş. Artık makinistlik yok ama filmi başlatmak diye bir iş var. Yani siyasetçilerin yapması gereken işin teknolojisi tepeden tırnağa değişmiş, izleyici profili, beklentisi değişmiş ama hâlâ siyaset diye bir iş var. Beyler, hanımlar, esasında eski teknolojide makinistliği bile bilmeyen sefiller, üstelik, kendilerinin üstüne düşen işi de başkalarından, meçhul bir özneden bekliyorlar.
Vaktinde “ulan biz Batılılaştık ve memleketi de biz yönetiyoruz, demek ki işlerin yolunda gitmesi lazım, gitmiyor, bir yerlerde hainler var o halde” diyenlerin yerini, “ulan biz her bir yere bir Kartal Anadolu İmam Hatip mezunu yerleştiriyoruz, işlerin yolunda gitmesi lazımdı, gitmiyor, bir yerlerde hainler var demek ki” diyenler aldı. “Ulan biz sosyalistiz, herkesin iyiliğini istiyoruz” diyenler alsaydı da aynı şey olacaktı.
Yani ne olacaktı?
Yolunda gitmeyen işleri görmezden gelirsek, gözlerimizi kapatırsak, biz görmezsek belki de kendiliğinden ortadan kalkar denecekti. Öyle olmayınca “vay hainler” denecek, “ama” diyen içeri atılacaktı. Onun da yetmediği yerde… Gurbette kalmış dar zümrenin moralini yüksek tutmak için gelsin ritüeller.
Çok uzadı, şu karar vericinin trajedisi mevzuuna gelemedim. Sonra devam edelim.