Marifet Değil

Amin Maalouf’un Uygarlıkların Batışı’nı okudum, ciltlerle yazılacak mevzu çıktı. Şu gelir ve servet dağılımı hakkında —daha doğrusu eşitsizlik denen şey ile dünyanın mevcut halinin ilişkisi hakkında— da yazmak istiyorum, Işık’ın yardımıyla bir hayli malzeme birikti.

Ama gündem, malum.

Esasında Amin Maalouf’tan çok uzaklaşmak zorunda da değiliz. İçinde yaşadığımız coğrafyanın, kültür ikliminin son yüzyılda yaşadıklarını iç kıyıcı bir biçimde anlattığı hikâyesinden… Dün dayımla sohbet ederken, mevzu Behiç Erkin’e geldi ve —alışılmış olduğu üzere— “adamlar Schindler’in hikâyesini yapıyorlar ama Behiç beyin hikâyesi yapılmıyor” öfkesi suyun yüzüne çıktı.

E evet, Behiç Erkin’in hikâyesi, birçok bakımdan çok etkileyici, çok katmanlı. Yine de bir türlü anlatılamadı. Neden? Hikâyenin çok içindeyim, Eskişehir’de bir Behiç Erkin Müzesi yapabilmek için çok çabaladım ve… Yapamadım. Amerikalıların, Rusların, Siyonistlerin, Ermenilerin ve/veya eşcinsellerin, sizi temin ederim ki, hiç hissesi yok başaramamış olmamda. Mesele uzun. Neden Amin Maalouf’un içini sızlatacak halde olduğumuzun sayısız işaretini barındırıyor içinde. Mesele uzun. Eğer Behiç Erkin’in hikâyesini —ve benzer başkalarını— yeniden üretebilmiş olsaydık, bugün birbirinden çok farklı yönelimleri olan sosyal kesimleri birbirine bağlayacak birçok malzememiz de olabilirdi. Mesele uzun. Bu topraklarda yaşayan toplumların kendilerine cihangirlik yakıştırma ihtiyacı da zayıflayabilirdi.

Daha önce anlatmıştım. ODTÜ Endüstri Mühendisliği mezunlarının platformunda da, Ankara Fen Lisesi mezunlarının platformunda da, “Türkler cihangir değildir” türünden bir laf ettiğimde, benzersiz bir taarruza maruz kalmıştım. Gerçi ettiğim her lafta bana taarruz eden birileri oluyordu ama “savaşçı/asker değiliz” dediğimde karşılaştığım, neredeyse topyekûn bir taarruzdu. O vakit şaşırmıştım. Söylediğimi Yozgat’ta bir kahvede söylesem ve linçe maruz kalsam, hadi anlaşılmayacak şey yok. Ama sözünü ettiğim platformlarda…

Dün Nişanyan, hınzır üslubuyla, Moskof harplerinin tarihini özetlemiş. 150 yılda yedi defa karşı karşıya gelmişsin, altısında bozguna uğramışsın, birinde de bozguna başkaları mani olmuşlar. Özel bir hal mi? Değil. Ta Viyana Kuşatmasından beri ciddi bir askeri performans yok tarihinde. Ondan önce, yani ufak tefek savaşları kazandığın dönemde de ordunun neredeyse tamamı Sırp asıllı filan.

Hal buyken, solcu olmayı milletin tarihini küçümsemek olarak kodlayan, millete dair her şeyden utanmayı marifet addeden birileri, “Osmanlı yağma İmparatorluğuydu, savaşıyor, savaşta kazandığıyla ekonomisini yürütüyordu” gibi mesnetsiz bir iddiayı kendisine zemin almış, tekrarlayıp duruyordu. Karşılarında da milletin tarihinde eşsiz ve benzersiz bir şeyler olduğu, milletlerinin insanlık tarihinin eşsiz ve benzersiz bir unsuru olduğu zannını tekrarlayıp duranlar, geçmişte parlaklığı cihangirliğe yaslıyorlardı.

İki taraf da mutabıktı yani, Türkler savaşçıydılar. Bir tek küçük mesele vardı, tarih bu iddiayı doğrulamıyordu. Öncesini geçelim, son dört yüz yılda, Plevne, Çanakkale müdafaaları ve Milli Mücadele gibi müdafaa savaşları dışında bir tek, evet bir tek askeri performans yok. Ve bana öyle geliyor ki, askeri olarak başarısız, beceriksiz olmanın her nedense yol açtığı utancı gizlemek için özel olarak pompalanıp duran bir hikâye “asker millet” hikâyesi…

Benim bakış açımdan asker olmak, savaşçı olmak bir meziyet değil. Ama benim bakış açımın çok da ehemmiyeti yok, dünya savaşçıların lehine bir istikamette yol almıyor. Savaşçılık eğer bir kıymet taşıyorduysa, artık o kıymet azalıp duruyor. Behiç Erkin’in hikâyesini, savaşçı olmadan da kazanmanın, makbul olmanın hikâyesi olarak anlatmak mümkün olabilirdi mesela.

***

Ruslar tarih sahnesine, Osmanlı ve İran’ın cihan hâkimiyeti için birbirleri ile didişip durdukları yüz yıl içinde çıktılar. Osmanlı ve İran’ın birbiriyle didişmelerinden doğan boşluğu doldurdular. Sonra her ikisinin de hakkından geldiler. Neticede, izleyen dönemde cihan imparatorluğunu andıran bir şey çıktıysa, Rusya’dan çıktı, bir vakitler ona kıyasla olağanüstü büyük ve güçlü olan Osmanlı veya İran’dan değil. Bu işler hep öyle olur.

Nişanyan’ın özetlediği hikâyede, ne iktisadi ve ne de teknolojik olarak Osmanlı ile Rusya arasında dişe dokunur bir fark yokken gerçekleşti 6-1’lik skor. Bugün ise Rusya ve Türkiye aynı ligde değil. Cihangirliğin para etmeyeceği bir çağda, üstelik cihangir de olmadığın halde, dahası arada muazzam bir teknolojik fark varken manasız işlere girişmek… Amin Maalouf’un hüzünle anlattığı hezimette, evet, onun da değindiği gibi, Batılı muktedirlerin müdahalelerinin de payı var. Ama sahip olmadığın vasıflara özenip onlara sahipmişsin gibi yapmanın, beceriksiz taklitlerle oyalanmanın payı daha çok. Behiç Erkin’i anlatsan, sahip olduğun vasıfları bilesen, onlarla bir işe yaramaya çalışsan… Her şey başka türlü olabilecek. Behiç Erkin de bir asker. Ama cihangir değil. Lojistikçi, örgütçü… Örgütçülüğü kendisini solcu görenlerin kastettiği manada bir şey değil, kurumlar tesis etmek, işletmek gibi bir şey.

Hikâye uzun.

Ama esasen aynı temanın defalarca, farklı gamlardan tekrarlanmasından ibaret. Ruslar kazanırsa Esad kazanacak. Esad kazanırsa, Suriyeliler —en azından Suriyelilerin büyük bölümü— kaybedecek. İran’ın mollaları kazanacak, İranlılar da kaybedecek. Lübnanlılar kaybedecek. Biz kaybedeceğiz. Kürtler kaybedecek.

Şahsı Trump’ın yatağından kalkıp Putin’in yatağına doğru yekinirken, işlerin seyri az çok belli olmuştu. Ta o zaman demiştim, “Putin beni aldattı” hikâyesine hazır olmak gerekir diye. Eh, Ukrayna’da Rusya’ya meydan okuyacaksın, ertesi gün birkaç çocuğunun cenazesini yollayacaklar evine. Azerbaycan’a gidip Karabağ diye geveleyeceksin, birkaç gün sonra onlarca cenaze gelecek.

Sonra?

Sputnik’te Hatay’ın çalınmış vilayet olduğuna dair haberler filan. Bu arada milletin bilmem kaç milyar dolarıyla satın aldığın S400’leri filan uygun bir yere…

Neyse.

Öldürmekle övündüğün, sayısını hızla artırdığın rejim askerleri, Suriye’nin gariban çocukları. Bu toprakların insanları. Ruslardan, Amerikalılardan çok çekmiş, hâlâ da çekmekte olan çocuklar. Suriye’nin sarayında, sadece kendi saltanatını sürdürmek için Putin’in yatağına girmiş biri olduğu için ölüyorlar. Ve her birinin cenazesinde, sana, bana duyulan öfke ve nefret büyüyor. Matah bir iş değil yani yaptığın. Cihangirlik hiç değil.

Amerikalılar, bir tek Amerikan askerinin ölümünün Amerika’daki tesirine benzer bir tesirin, ancak yüzlerce Suriye askerinin ölümüyle Suriye’de gerçekleşeceğini tespit etmişlerdi. Bir Amerikalının hayatı yani, ancak yüzlerce Suriyelinin hayatına denkti. O da herhalde 15-20 Türk askerinin hayatına… İşin özü bundan ibaret. Memlekette iktidarsan, işin, bir Türk insanının/askerinin hayatının değerini bir Amerikalınınkine eşitlemek. Bunun yolu da, ister anla ister anlama, bir Suriyelinin hayatının değerini bir Türk’ünkine eşitlemekten geçiyor. Hayatlarımızın değerini ya hep beraber yükselteceğiz veya…

Böyle bir yanda otuzar kırkar, öte yanda birkaç yüz halinde ölüp duracağız.

Marifet değil.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et