Uygarlıkların Batışı Üzerine

Amin Maalouf’un Uygarlıkların Batışı üzerine yazılacak çok şey var. Gündemin yoğunluğu yüzünden bir daha dönemeyebilirim, en mühim bulduklarımı— olabildiği kadar özetleyerek— diyeyim. Çok uzun bir yazı olacak, herhalde okumaya katlanamazsınız. Ama ben yazmış olayım —ve bilin ki demek istediklerimin çok azı burada.
Her şeyden önce… Bence okunması gereken bir kitap. Lezzetli ve zenginleştirici.
***
Kitapta anlatılanlar bir yana, kullanılan kipler ve lisan bence öğretici. İddiam odur ki, bu kitap bundan mesela yirmi yıl, hadi tedbirli davranayım kırk yıl önce yazılsaydı, bu lisanla yazılamazdı. Maalouf bugünkü Maalouf olsaydı bile, mesela Nasır hakkındaki düşünce ve duyguları şimdiki biçimine olgunlaşmış olsaydı bile, böyle yazamazdı. Kitabın sonuna yaklaştıkça başlarda hâkim olan lisanı ve üslubu kaybediyoruz ve demek istediğim de belirginleşiyor.
Nasır Maalouf’un annesinin Mısır’dan kaçmak zorunda kalmasına yol açıyor ve buna rağmen, bölgede yarattığı heyecanı kıymetli —o topraklarda yaşayan insanlar için kıymetli— bulduğu için Maalouf, Nasır hakkında ikircikli bir dil kullanıyor. Anlıyoruz ki, içinde yaşadığı dönemde de bu gri hissiyat içindeymiş.
Mesele şu ki, dünya griydi ve hep gri. O vakit de griydi. İçinde yaşadığımız dönem de, hatırladıklarımız da, neticede bir kaleydoskoptan baktığımız şeyler ve… Nasıl, hangi anda baktığımıza göre farklı veçhelerini görüyoruz. Bir an sonra baktığımızda farklı bir şey göreceğiz. Ama bundan kırk yıl önce, yazan insanı yazmaya sevk eden motivasyon, o kaleydoskopun gizlediği şeyi göstermekti. Dünya griydi ama siyah beyaz olmalıydı. Tarih yazan da, fizik yazan da, siyaset yazan da böyle bir ön kabulle yazıyordu —yani mesela Nasır’ı ya siyah veya beyaz göstermek zorundaydınız. Gerçeklik, hakkında yazılmaya değecek kadar saygıdeğer bir şey değildi. Arkada bir siyah beyaz hakikat vardı ve ancak onun hakkında düşünülebilir, yazılabilirdi.
Maalouf kırk yıl önce böyle bir şeyi yazamayacağının farkında gibi görünmüyor desem, haksızlık etmiş olurum. Ama o, zannımca, şimdi bunları böyle yazabilir hale gelmesini, kendisindeki değişimin bir ürünü olarak görüyordur. Hâlbuki çok kişide benzer bir dönüşüm oldu. Elbette herkes dönüşümden hissesini almadı, almayan da çok kişi var. Ama başta pozitif bilimler olmak üzere ve tarih yazımında çok belirgin bir biçimde görünmek üzere, bariz bir kip ve üslup değişimi var.
Bir zeitgeist değişimi olduğunu iddia ediyorum yani. Maalouf, Nasır’la birlikte hararetlenen, sonra Beyrut’ta kısa süreliğine hayat hakkı bulan iklimi, zeitgeist diye vaftiz ederek, hasretle anıyor. O iklimin kaybedilmiş olmasının insanlığa maliyeti hakkında Maalouf’un hiç olmak istemediği kadar şirretleşerek konuşabilirim. Yani hasretle andığı şeyin kıymetini takdir ediyor ve o zeitgeisti özlüyorum. Ama yukarıda özetlediğim, Maalouf’un lisanını mümkün kılan zeitgeist değişimini —o özlediğimi ikame edecek bir şey olmasa da— önemsiyorum. Bu hususa tekrar döneceğim.
***
Nasır Mısır’ı homojenleştirmeye kalkınca, o homojenliği bozan kim varsa, kaçmak zorunda kalıyor. Çoğu da Beyrut’a… Maalouf’un deyişiyle, “Araplar arası tartışmaların ‘agora’sı hiçbir ezici otoritenin ortalığı kırıp geçirmediği tarafsız bir saha” olarak Beyrut teşekkül ediyor. O sahanın ne kadar kıymetli olduğunu, Taleb’in, Maalouf’un ve nicelerinin o iklimde yetişmiş olmalarından biliyoruz. Benzerleri mesela Mısırlı, Ürdünlü, Suriyeli akranları arasında yok.
Kestirmeden gideyim, eğer Halep de Beyrut kadar şanslı olsaydı, ezici bir otoritenin ezemediği bir yer olarak kalabilseydi, İzmir de öyle olsaydı, İskenderiye, Bingazi filan da öyle olsaydı, şimdi okuyacak daha çok şeyimiz, dünyayı anlamakta bize rehberlik edecek daha çok insan olacaktı. Nokta. Benim siyasetle, sosyolojiyle, şununla, bununla bütün alakam, tam da bu noktada, tam da bu sebeple düğüm oluyor. Eğer ufkumu açacak, “iyi ki yaşamış/yaşıyor” diyeceğim insanlar yetiştirmiyorsa, yetişmesine katkı sağlamıyorsa, Kemal’in devrimi de, bayrak da, hilal de, orak-çekiç de… Benim nezdimde kalp parayla metelik etmez.
Saydığım/saymadığım sembollerin altına saklanıp kendilerine benzemeyen herkesi ezmeye, ezemiyorsa sindirmeye kalkan zibidiler o sembollere hangi manayı yüklerlerse yüklesinler, o sembollerin temsil ettiği kavrayışların her biri, her bir insanın sahip olduğu potansiyeli en yüksek verimle hayata geçirmeye katkı sağlayacağı iddiasıyla sahaya çıktılar. Tılsım sembollerde, ideolojilerde, laflarda değil, iddiada. Her birinin içinden kendi iddiası sıyırılıp çıkarılmış bir yığın gevezelik tekrarlanıp duruyor.
Neyse…
Demek ki neymiş? Benim açımdan dünya, eğer ezici bir otoritenin ortalığı kasıp kavurması ihtimali azalacak şekilde değişiyorsa, iyimser olunabilir. Aksi istikamette değişiyorsa, yandık. Ve bence dünya ezici otoritelerin ihtimalinin düştüğü bir istikamette yol alıyor.
“Ama Trump” dediniz gibi geldi.
Derya Bengi’nin Şimdiki zaman Beledir adlı kitabından öğrendim, Blackboard Jungle adlı film, 50’lerde, ABD’yi Venedik Festivalinde temsil edecekken, “memleket aleyhine menfi propaganda teşkil ettiği” gerekçesiyle, ABD Büyükelçiliğince son dakikada geri çekilmiş. 1957’de filmin Türkiye’de gösterime girmesi de engellenmiş. Şimdi böyle bir şey tasavvur edebilir misiniz? “Olabilir mi” diye sormuyorum, “tasavvur edebilir misiniz” diye soruyorum. Trump Amerika’sında bile… Böyle bir şeyin tekrarlanabileceğine ihtimal verebilir misiniz? Amerikan liselerinin birinde, gençlik çetelerine karşı asgari disiplin sağlamaya çalışan bir öğretmenin hikâyesini anlatan bir filme böyle taarruz edilebileceği akılınıza bile gelemiyorsa, altmış yıl önce olmuş olan şimdi akla bile gelmeyecek hale gelmişse… Bence mühim bir şey.
Şimdi de bir yığın biçimsiz iş oluyor, filan… Geçiniz. Elbette bir yığın biçimsiz iş oluyor ve fakat bir takım biçimsizlikler, olmayı bırakın, olma ihtimalini bile kaybetmişler. Altmış yıl önceki dünyanın özlenecek bir yanı yok yani —belki Beyrut, işte o kadar.
Tek bir misale çok fazla mana yüklüyor değilim. ABD’de Trump, bir McCarthy değil ve olamaz. Artık herhangi bir kişi bir McCarthy olamaz. Dünyanın geniş bölgelerinde, ezici bir otoritenin ortalığı kırıp geçirmesi ihtimali, altmış yıl önceki kadar değil —çok geriledi. Ama Arap-Müslüman dünyası, dünyanın genelinin bu istikametinin aksine yol aldı —aynı altmış yılda.
Türkiye zaten dünyanın vitesinde değildi ama aynı istikamete yönelmiş görünüyordu. Kendi yolunu ikide bir kendisi kesse de, tekrar yola koyulduğunda, kaldığı yerden aynı istikamete doğru yola koyuluyordu. Şimdi yaşıyor olduğumuz da, mahut ve menfur kesintilerden biri olabilirdi —belki hâlâ öyle bir şans vardır. Ama olmayabilir, Türkiye pusulasını kaybetmiş de olabilir. Bunu da yazının sonunda bağlayacağım.
Şimdilik vurgulayayım: Benim elimdeki mihenk taşı, otoritenin farklı seslere imkân tanıyıp tanımadığından ibaret.
(Bu arada, dememiş olmayayım. Lübnan deneyinin kısa sürmesi, bence, siyasetinin Aydınlanma aklıyla, kotalar konarak, yukarıdan dizayn edilmiş olması yüzündendir. Eğer cemaatlerin birbirleri ile dövüşebileceği şartlar olsaydı, muhtemelen daha uzun ömürlü bir cennet olabilirdi.)
***
Maalouf’a dönelim. Bir yerde diyor ki “Dinler ve kültürler arasındaki bu az bulunur bir arada var olma çeşitliliği, açık bir evrenselci öğretiden ziyade, içgüdüsel ve pragmatik bir bilgeliğin ürünüydü.” Bu alıntıyı, kendisini mühim bulduğumdan sokmadım araya. Nasıl bir zihin böyle bir tespiti yazmaya değer bulur, bunun üzerinde kafa yoralım diye soktum. Çünkü tespitlerini ve gözlemlerini son derece kıymetli ve önemli bulduğum Maalouf’un, neticede kendisini çıkışsız hissetmesine yol açan zihinsel durumun anahtarının bu tespiti yazmaya değer bulmasında yattığını düşünüyorum.
Açıklamaya çalışayım. Ortada bir hal var/mış. Maalouf o hali özlüyor. İçinde yaşarken kıymetli buluyormuş ve şimdi de o hale ihtiyacımız olduğunu düşünüyor. O hal açık ve evrenselci bir öğretinin ürünü değilmiş. Öyle olsaymış —Maalouf öyle bir şey demiyor ama sanki öyle hissettiğini hissediyoruz— kalıcı olabilirmiş. Bir öğreti olmadan olabilir mi böyle hoş bir şey? Olamaz. Ama oldu. İşte içgüdüsel ve pragmatik bir bilgelik, filan… Sıfatlara dikkat isterim, güvenilmez, hatta hoş görülemez şeyler. Bir biçimde iyi bir şeye sebep olmuşlar ama yine de güvenilmezler ve hoş görülemezler.
Bence olmuş olanı, olmakta olanı, illa ki akıl ile ilişkilendirme ihtiyacı duymak, insanı felç ediyor. Akıl dedimse, bir tek kişinin, herkesin kendi aklı. Zaten bir kategori olarak akıl dediğimiz şey de, bu akıllara göre, aynı öncüllerden aynı neticelere varmamızı sağlayan, sağlaması gereken şey. Bu kavrayışı tehlikeli buluyorum, bizi şimdi ırgalamakta olanın da bu kavrayış olduğunu iddia ediyorum.
Daha ileride diyor ki Maalouf mesela, “Demek ki çağdaşlarımız yaşadıkları çatışmalara ve karşılıklı nefret duygularına rağmen, her gün birbirlerine daha çok benziyorlar.” Sonra da ekliyor: “Tersten ifade edildiğinde bu paradoks iç rahatlatıcı olmaktan çıkıyor: Evrensellik sürekli ilerleme kaydederken, aynı evrenselliği vazeden tüm hareketler ve öğretiler zayıfladı.” Evrenselliğin ilerleme kaydetmesini mi, onu vazeden öğretilerin güçlenmesini mi talep ediyoruz? Eğer ilkiyse, neden kaygılanalım? Demek ki, öğretiler zayıfladığı halde evrensellik ilerleme kaydedebiliyormuş.
Ama bir şey daha var. Sadece yolun akıl marifetiyle açılması talebi değil sıkıntı, ancak akıl ile açılırsa yolun emniyetli bir yol olacağı inancı. Daha doğrusu bu inancın içine gömülmüş olan, emniyetli bir yolun mevcut olduğu inancı. Emniyetli bir yol olmadığı, mütemadiyen yolumuzu açmak zorunda olduğumuz, yolu açarken de şu kestiğimiz ormanın arkasında bir uçurum olup olmadığını bilemeyeceğimiz, hep o bilmezlik halinde olduğumuz ve bundan böyle de öyle olacağımız bilgisi ortadan kalkıyor. Aslında kitapta muhtelif vesilelerle, dünyanın bu sürprizli haline iltifatlar da var.
Ama… İşte…
Sözünü ettiğim kavrayış ve ruh hali, Maalouf’un Adam Smith’in görünmez el teorisini tartıştığı bölümde en berrak biçimde belirginlik kazanıyor. Maalouf’a göre mantıklı düşünüldüğünde, teorinin çoktandır unutulmuş olması gerekirmiş. Neden? Çünkü görünmez el yaklaşımı, rasyonel düşünenlere muğlak gelebilirmiş. Yani meselemiz teorinin iddiasının geçerliliği geçersizliği değil, mantığa, rasyonel düşünceye uygun olup olmaması. Mantıkla ve/veya rasyonel düşünceyle, Smith’in görünmez el teorisinden daha işlek bir araç geliştirebilmiş miyiz? Hayır. Ama bu da muğlak. Unutulmuş olması gerekiyordu.
Derdim herhalde anlaşılmıştır. İşimizi gören, bizi bir yerlere getiren ne varsa, bizim istediğimiz kıyafetlere bürünmüş olmadıkları için, onlarla dövüşüyoruz. Sonra da… Trump, Erdoğan ve saire…
***
Şu meşum görünmez el hakkında daha önce defalarca yazdım ama bir defa daha —yeni bir şeyler ilave edebilirim düşüncesiyle— meseleye bakalım. Maalouf’un aktardığı şekliyle, teori diyor ki, her insan kendi çıkarına göre davranmalıdır, bu egoizmlerin toplamı, sanki görünmez bir el edimlerimizin bütününü mucizevi bir uyum içine sokuyormuş gibi, mutlaka tüm toplumun yararına olacaktır. Sonra da bunun imkânsızlığına, insanların kendi menfaatlerini maksimize etmeye kalkarlarsa olabilecek olanları sıralayarak devam ediyor Maalouf —ve bütün Aydınlanmacılar. Pardon, olup biten her kötülüğü de insanların menfaatleri yüzünden yapıp ettiklerine bağlıyorlar.
Öyle mi oluyor? Öyle mi olur?
Mevzu buralara geldi miydi, herkes muhayyel, varlığını vakumda sürdüren, izole bir insandan söz ediyor. O insanın sınırsız menfaatlerinden… Peşinen —ve daha akılda kalıcı olsun diye paradoksal bir ifadeyle— söyleyeyim, her bir insan tekinin menfaati, menfaatlerinin sınırlanmasındadır ve her bir insan teki bunu bilir. İddialıyım, tanıdığınız insanları, en menfaatperest olanlarını, en kötü olanlarını düşünün. Kendi menfaatlerini sınırlamayan bir tek insan tanıdınız mı? O sınırlar sizin ona uygun gördüğünüz sınırlar olmayabilir, o ayrı. Menfaatleri sınırsız olan kimse tanıdınız mı?
Menfaatlerini sınırlamadığını düşündüğünüz insanlar var. Mesele şu ki onları tanımıyorsunuz. Onların menfaatlerini sınırlamadıkları, ne olsa istedikleri rivayet ediliyor. Size ulaşan bilgilere göre, olsa olsa menfaatlerini sınırlamıyorlardır. Filan. Öyle insanlar yok. Sizin “aha şu menfaatlerini sınırlamıyormuş” dediğiniz insanları da tanıyanlar var ve onlar, o sizin işaret ettiğiniz insanın da kendisini sınırladığını biliyorlar.
İnsanın menfaati başka insanlardadır ve insanlar kendi menfaatleri için başkalarının menfaatlerini kollarlar. Pratikte işler böyle yürüyor. Hepimizin hayatında… Mesela Maalouf, bundan önceki kitapları gibi bu kitabını da kendi menfaati için yazdı. Eğer onu okumakta benim menfaatim olmasaydı, yazmakta Maalouf’un menfaati olmayacaktı. Öyle mucizevi bir şeyden söz etmiyoruz. Sıradan, hiçbir öğretiye ihtiyaç duymadan yaşanan bir gerçeklikten söz ediyoruz. İçinde yaşadığımız karmaşık, çetrefilli düzenin bu kadar basit birkaç kuraldan zuhur ettiğini akıl yoluyla, mantık yoluyla kavramak kolay olmayabilir ama ortada hiçbir öğreti yokken de insanlar yeterince karmaşık örgütlenmeler geliştirebilmişlerdi.
Maalouf yazdığı kitap için ne kadar telif ücreti aldı, bilmiyorum. Ama aldığının yüz mislini, bin mislini almayı isterdi —eğer vakumda yaşayan bir insan olsaydı, menfaati, telif hakkı olarak dünyanın bütün servetini talep etmesini gerektirirdi. “Ah ama ben çok iyiyim, kendi menfaatimi düşünmüyorum” dediği için aldığı paya razı gelmedi, o telifi görünmez el tayin etti. “Aldığı telif hakkı doğrudur, tam da o kadar olması gerekirdi” demiyorum, kimse bilmez ne kadarı doğrudur. Çünkü bu işlerin doğrusu yok. Görünmez el tarafından belirleneni var. Yani, bir defa daha, mucizevi, masallarda yer alan bir yaratıktan söz etmiyoruz, Maalouf’un aldığı telif hakkının belirlenmesini sağlayan, ince dokunmuş, görünmez, karmaşık bir şeyden söz ediyoruz. İnsanlık tarihinde gelmiş geçmiş bütün öğretilerden daha müessir bir şeyden…
***
Maalouf 1979 yılını sembolik bir milat olarak öne çıkarıyor. Sözünü ettiği şey, köklü bir dönüşüm. O dönüşümü etraflıca analiz ediyor ama bizi şimdilik ilgilendiren yanı şu: Normal şartlarda yan yana gelmesi imkânsız görünen muhafazakârlık ve devrimcilik kelimeleri yan yana geldiler, bir tür muhafazakâr devrimcilik dünyayı değiştirdi. Nasıl yaptı bu işi? Daha önce söylem tekeli karşı tarafın elindeydi, muhafazakârlar mahcup bir tavırla, düşündüklerini söylemeye cesaret edemeden yaşıyorlardı. Bir yanda Thatcher —ve onun lokomotifine eklemlenen Reagan vagonu— öte yanda Humeyni ve dolayısıyla İslamcılar, muhafazakârların da düşündüklerini söyleyebilmesine yol açtılar.
Haklı mı Maalouf? Öyle bir şey yaşandı mı? Şahidim ki yaşandı.
Yanlış hatırlamıyorsam Can Yücel, “solculuk nedir diye soruyorlar, solculuk adam olmaktır” mealinde bir laf ettiydi. Esasında böyle bir laf edilmiş olmasına ihtiyaç yok, eda zaten böyleydi. Yani nasıldı? Solculuğu tarif etme zahmetine bile lüzum yoktu. Onu, isteyen, istediği olumlu sıfatlarla tavsif eder ve yoluna devam ederdi. Buna mukabil, bir muhafazakârın düşündüğünü söylemesi… Ayıptı. Onu öyle düşünmesi de ayıptı zaten.
Can Yücel’in tarifi, solcu olmayanları —yani Can Yücel gibi olmayanları— fütursuzca, küstahça aşağılıyor ve bunda bir tuhaflık görmüyordu. Ama meselem o bile değil. Meselem daha derinde. Hal öyle olunca, Can Yücel’in, başkalarının, yani söylem tekelini elinde bulunduranların kendilerini güncellemeleri gerekmiyordu. Her ne iseler tam da o, olunması gerekendi. Bitti.
Sözünü ettiğim söylem tekeli, evet, tam da Maalouf’un sözünü ettiği tarihlerde kırıldı. Maalouf da bu tekelin kırılmasından, onun olumlu neticelerine de işaret ederek söz ediyor ama ben çok daha coşkuyla karşıladım o kırılmayı. Çünkü her türlü tekele hep karşı oldum. Hele böylesine…
Bu noktada, mevzuu başlangıçta söylediklerime bağlayayım. Benim açımdan, beni ümitlere gark eden zeitgeist değişimi, bir bakıma, tam da bu söylem tekelinin kırılmasıydı. Ve bu, yukarıda da işaret ettiğim gibi, ezici bir otoritenin her şeyi kırıp geçirmesinin sonuydu.
O halde mesele ne?
O söylem tekelini ellerinde tutuyordu olanlar, öyle görünüyor ki, o kadar uzun süreyle rakipsiz olarak keyif sürmenin konforuna o kadar alıştılar, kendilerini değişen gerçekliğe göre güncelleme ihtiyacı duymadan yaşama beleşçiliğine o kadar tiryaki oldular ki, şimdi, “ama post-truth, ama içgüdü, ama pragmatizm, ama öğreti yok” diye sayıklıyor, manasız ve berbat bir geçmişe özlem üretiyorlar. Özledikleri geçmiş kimse için, hatta kendileri için bile şimdikinden herhangi bir biçimde iyi değildi. Bir tek bakımdan, hiçbir itirazla karşılaşmadan istediklerini söyleyebilme iktidarına sahip olmaları açısından kendileri için iyiydi.
Ama benim için berbattı.
Benim açımdan, yukarıda da işaret ettim, o tekelin sosyalistlerin elinde olması, faşistlerin elinde olması, dincilerin elinde olması, Kemalistlerin elinde olması fark etmez. Kimin elinde olsa, emniyet hissini kaybederim. Kendimi emniyette hissedebilmem için… Şu yol açma metaforuna döneyim, birilerinin şu istikamette, birilerinin bu istikamette, ötekilerin başka bir istikamette yol açmaya çalışması gerekiyor. Ki eğer şu ormanın ardında uçurum varsa, beri yandan deneyebilelim. Yani benim emniyet talebim, emniyetsiz bir dünyayı emniyetli bir hale getirme —veya o hale getirildiğini zannetme— talebi değil. Emniyetsiz bir dünyaya uygun bir sosyal örgütlenme talebi…
Söylem tekelinin kırılmış olması, kırılmamış olmasından iyidir. Demek ki bugünkü dünya dünkünden iyidir. Ama bugünkü dünyanın da muhtelif dertleri var. Söylem tekelinin kırılmış olmasıyla akraba olan dertleri… Eskiden o tekeli elinde bulunduran şehirliler, tekeli kaybettikleri zaman “şartlar değişti, bu şartlara uygun üretim yapmamız gerekiyor” demediler. Dolayısıyla meydan kasabalılara kaldı. Tamam, şehirlilerin tekeli kasabalıların tekeline kıyasla daha şık, daha zarif, daha incelikliydi. Ama güncellenmemişti, güncellenemiyordu. Dolayısıyla toplumun işini görmüyordu.
CHP ile, Ümit Kıvanç ile, Murat Sevinç ile uğraşıyorsam, bu yüzden uğraşıyorum. Geçti o güzel —sadece sizin için güzel olan— günler. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım. Söylüyorsunuz da müşteri bulamıyor değilsiniz, söylemediğiniz için, söylenmediği için geliyor başımıza gelenler. Meseleyi Türkiye’ye bağlarsak, Türkiye şimdi yaşadıklarını “bir başka arızalı dönem” olarak kodlayıp, kaldığı yerden deneyebilir. Ama bunu deneyebilmesi için, öncelikle, Türkiye’nin dünyanın bir parçası olmasını tercih edenlerin de, en az karşılarındakiler kadar çaba harcaması, eski ezberlerini terk edip yeni şartların icaplarına göre bir şeyler üretmesi gerekiyor.
***
Maalouf, yaşananları güzel güzel anlatırken karamsarlığını gerekçelendirmeye ihtiyaç duyduğunda, ya yukarıda işaret ettiğim gibi öğreti eksikliğine işaret ediyor ya da…
Esasen şöyle demek mümkün: Mesela Beyrut’un güzel günlerinden söz ederken filancadan, falancadan değil, topluma içkin bir heyecandan söz ediyor. Hatta Nasır bile, topluma elektrik verdiği için kazanıyor kazandığı artı puanları. Muhafazakâr devrimci hareketler dediği şeyin artı yanlarını sayarken de toplumdaki yaygın etki gündeme geliyor. Ama karamsarlık inşa edilecekse, Thatcher’dan, Reagan’dan, Trump’tan söz ediyoruz. Bizi batırmaya yeminli birileri var ve fakat… Karşıda… Maalouf’un metaforuyla batmakta olan Titanic’in dümenine geçmeye talip kimse yok.
Güverteyi tarıyoruz ve… Siz de şahitsiniz, kimse yok.
Haklı mı? Bence bir defa daha haklı. Mesele şu ki, kimse bizi kurtarmayacak. Kimse bize bir gelecek yapmayacak. Bir yerden bir evrenselci öğreti çıkacak, bir yerden de onu tatbik edecek bir özne diye beklemek yüzünden felç olma halinden kurtulabilirsek, bu işi, bu defa, biz yapacağız. Anonim olarak… Hepimiz… Esasında bundan önce de biz yapmıştık ama bir müteahhit hep olmuştu. Bu defa müteahhitsiz, kooperatif esasına göre yapıyoruz. Müteahhit aranınca bulunamıyor ve… Karamsarlık.
Maalouf’un kerterizleri hayali. “Şöyle olsa ne iyi olur” diye hissediyor. Hayal ettiği şey ile gerçekleşen arasındaki farktan hüzün çıkarıyor. Buraya kadar bir meselemiz yok, herkes yapabilir. Ama failleri —ister Nasır gibi bir şahıs olsun ister Arap toplumu gibi bir özne— değerlendirirken ölçülü ve hoşgörülü olan Maalouf, mesele tercihlere ve/veya eylemlere gelince aniden projeci biri oluyor. “Nasır şunu şöyle yapmasaydı” mesela… Öyle görünüyor ki, kimin hangi tercihi bizi nereye götürürdü, biliyor. En azından bilinebileceğine imanı tam.
Dünya öyle değil. Öyle işlemiyor. Ama meseleyi Maalouf’un koyduğu gibi koyarsanız ortaya, kaçınılmaz olarak bozulanı tamir edecek bir özne aramaya başlıyorsunuz. O zaman da dünyanın mevcut hali bulanıklaşıyor. Siz de bulanıklaşmış bir dünya yazmak zorunda kalıyorsunuz. Dünya bulanıklaştığından değil, sizin gözünüze toz kaçtığından…
Son olarak…
Maalouf’u hayal kırıklığına uğratan her şey beni de hayal kırıklığına uğrattı —neticede aynı tarihi tecrübe ettik. Hayal kırıklığı da kötüdür, çok kötüdür, hiç şüphem yok. İnsanın bütün hayalleri kırılmışsa, bu arada bizim yaşımıza gelmişse, yani yeni hayaller kuracak zamanı kalmadığını hissediyorsa, artık kimsenin yeni hayaller kuramayacağını zannedebilir. Öyle değil. İnsanlık, bir bütün olarak, arsız. Öyle, hayal kırıklıkları yüzünden pes edecek bir özne değil. Defalarca düştü. Bugünkünden çok daha kötü düştüğü çok oldu. Her defasında kalktı, hem de ne akla sığmaz hayaller kurdu.
Yine öyle olacak.
Ama insanın içi de sıkışmıyor değil elbette, mesela onca nesilde onca emeğin temerküz ettiği bir Türkiye bu fırtınadan çıkamayacak gibi görünüyor.