Yüzde On
Dün demeye çalıştım ki, esas olan kimin, kiminle, nasıl etkileşim içinde olduğu, bu bağlantıların hangi muhteva üzerinden kurulduğu değil.
Önceki gün Hasan Cemal, T24’te, Thatcher’la bir hatırasını anlattı. Çiller’in Yeniköy’deki yalısında Thatcher’a “Madam Thatcher, bu sözleriniz bana fazla milliyetçi geldi” demiş. O da “Genç adam, şunu iyi bil, milliyetçilik bu çağın gerçeğidir” diye cevap vermiş. Thatcher ne kadar milliyetçiydi? Yüksek gümrük duvarları arkasında iç pazara üretim yapıp hayatta kalan Britanya firmalarını dış rekabete açıp batmasına yol açan bir Thatcher’dan söz ediyoruz. Veya —mesela— Türkiye’nin Rusya’dan doğal gazı başkalarına kıyasla olağanüstü yüksek fiyatla satın almasına sebep olan milliyetçiler ne kadar milliyetçi?
Bence Hasan Cemal’in istihdam ettiği muhteva günümüzün sosyal gerilimlerini açıklamakta o kadar işe yaramıyor ama yazısının başlığı —İngiliz basını çığlık çığlığa, ahmak milliyetçiliğe alkış tutuyor!— günümüzü anlamak için çok daha elverişli. Derdimi daha iyi ifade edebilmek için, Ayşegül Dikenli Williams’ın dünkü Gazete Duvar’da yer alan şahane yazısını yardıma çağırayım. Bir yerinde şöyle diyor:
“Durumu anlamak için dört yıl öncesine o güneşli haziran sabahına gitmemiz gerekiyor. Sanırım Birleşik Krallıkta yaşayan kimse unutamaz o sabahı. Halkın yüzde 51,9’u referandumda Avrupa Birliği’nden ayrılma yönünde oy verdi. Cam fanusta yaşayan birçok şehirli gibi ben de çok şaşırmıştım bu sonuca. ‘Yok ya olamaz. Tabii kandırdılar insanları yalanlarıyla. Zaten ayrılalım oyunu verenler yaşlılar ve cahiller ve taşralı’ tarzı tepkilerle başlayan kabullenememe sendromu büyük protestolar ve yıllarca sürecek tartışmaları da ateşlemişti.”
Cam fanusta yaşayanlar sadece Hasan Cemal veya Ayşegül Dikenli Williams veya şehirliler değil. Brexit’i hevesle onaylayanlar, Trump’a hevesle oy verenler, doğal gaz faturalarının esasen Suriye’de girişilen manasız maceraların bedeli olduğunu görmezden gelenler, hepsi de bir başka cam fanusta yaşıyor. Tıpkı Göbeklitepe’yi yapanların, onun etrafında örgütlenenlerin bir başka cam fanusta yaşamış olması gibi…
Hasan Cemal’in yazısının başlığı neden açıklayıcı? Çünkü sözünü ettiği kesimlerin gerçekten milliyetçi olup olmadıkları onu pek alakadar etmiyor. Ahmak olmaları ediyor. Onlar ahmaklar Hasan Cemal’e göre. Çünkü… Ne bileyim, herhalde neyi dikkate almaları gerektiğini, filanca problem karşısında neyi önemsemeleri gerektiğini bilmediklerini düşünüyor mesela. Veya buna benzer şeyler. Brexit’e “hayır” deyip sonuç karşısında şaşırmış olanlar da “evet” diyenleri ahmak buluyor —benzer sebeplerle.
Ama görünen o ki, Thatcher da Hasan Cemal’i ahmak buluyor. Muhtemelen Brexit’e “evet” diyen Britanyalılar da “hayır” diyenleri ahmak buluyorlardır. Bazen onların bunları ahmak bulması o kadar kolay olmuyor, hain buluyorlar. Hasan Cemal bilinmesi gerekeni bilmiyor olamaz, sıradan köy kahvesinde bile biliniyor olanı bilmiyor olamaz. O halde olsa olsa haindir.
***
Geçtiğimiz yıllarda, bir termik santral projesine karşı olan ve engellemeye çalışan bir grupla sohbet ediyorduk. Mütemadiyen haklılıklarını ispatladığını düşündükleri verileri paylaşıyor ve bunları halka anlatmanın yollarını arıyorlardı. Bir yerde demek zorunda kaldım ki, “eğer iktidarda olsaydınız, muhtemelen bu termik santrale ihtiyaç duyacaktınız ve termik santralin gerekliliği hakkında sayısız veri bulacaktınız.” Uzman olanlar derhal sustular. Çünkü —evet— termik santral hoş bir şey olmasa da gerekli olabilirdi. Gerekirse, gerekliliği de benzer akıl yürütmelerle gösterilebilirdi.
“Sizin haklılığa değil, siyasete ihtiyacınız var” demiştim, eğer konuşmanın devamını merak ediyorsanız. “Toplumu heyecanlandırmanız, termik santrale karşı harekete geçirmeniz gerekiyor, bu iş anlatarak yapılmaz, haklılık üzerinden, bir takım verileri uygun bir biçimde topluma ulaştırmakla filan yapılmaz, mesela ‘biz bir işi başardık’ duygusu vererek yapılabilir.”
Brexit yanlıları ile karşıtlarını karşı karşıya getirdiği varsayılan savaş meydanı haklılık meydanıymış gibi görünüyor. Hiç alakası yok. Abarttığımı bilerek diyebilirim ki, eğer Londralılar Brexit’in yanında yer alsalardı, taşralılar karşı çıkacaklardı. Çünkü günümüzün meselesi, Brexitler, Trumplar, Libya maceraları filan değil. Mesele elbette “Londralılar taşralılara karşı” meselesi de değil —neticede Londra’da Brexit’e “evet” diyen, taşrada ise “hayır” diyen birileri de vardı.
Neticede, ortada iki kesim var. İkisinin kendilerini ve dünyayı kavrayışlarında bariz bir farklılık var. Ancak bu farklı muhtevalar, iddia ettiğim o ki, tayin edici değil. Brexit karşıtları, şimdiki halde, birer dünya vatandaşı. Dünyanın dört bir yanında kendileri gibi olanlarla bir network teşkil ediyorlar. Seçkinler ve seçkinciler. Ama aynı toplumların aynı seçkin ve seçkinci kesimleri, bundan yüz yıl önce, hatta elli yıl önce, emperyalist insanlardan müteşekkildi. Emperyalizmi, dünyanın kalanına medeniyet götürmek olarak tarif edip, yine bugünkü torunlarının sahip oldukları üsttenci tutuma altlık üretebiliyorlardı.
Mesele muhteva değil. Peki ne? Tarih.
İnsan toplulukları, her daim bir network idiler. Her sosyal networkün yapısal özelliklerini, büyük ölçüde, teknoloji tayin eder. Ne kadar geniş olabileceğini, ne kadar yoğun olabileceğini, en yoğun düğümün ne kadar yoğun olabileceğini ve saire… Göbeklitepe birkaç yüz, belki birkaç bin kişinin örgütlenebileceği bir teknolojiye sahip olduğumuz dönemin ürünüydü. Tek tanrılı dinler on milyonlarca, sonra yüz milyonlarca kişiyi örgütlediler. Ancak optimum seviye her geçildiğinde, mezhepler zuhur etti. Aydınlanma dini, dünyanın muhtemelen en büyük kitlelerini harekete geçiren din oldu. Kendilerini Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Konfüçyüsçü veya inançsız gören yüz milyonlarca kişi, Aydınlanma dininin naslarına iman ettiler. Hepimiz…
Ancak networklerin genişlikten başka karakterleri de var. Her network, kaçınılmaz olarak hiyerarşiler üretir. Aydınlanma dini de, daha basık olsa da, hiyerarşiler üretti. Bugünün seçkinleri, o hiyerarşilerde seçkin pozisyonları işgal edip seçkinleşmiş olanlar. Bu süreç içinde, bir yandan da Aydınlanma dininin naslarına da daha az saygı duyan kişiler halini aldılar. Ama teknoloji gelişmeyi sürdürdü. Daha çok kişiye daha yüksek enerji sağlayacak şekilde gelişti. Daha alttakiler de enerji kazandılar. Aydınlanma dininin naslarının esas taşıyıcısı oldular. Yine de altta kalmaktan kurtulamadılar.
Bugünkü kavga, Britanya’daki, ABD’deki, Türkiye’deki kavga, yeni zuhur etmekte olan networkte seçkin pozisyonlar için veriliyor.
Netflix’te Pandemic diye bir belgesel var. Grip virüsüyle verilen savaşı anlatıyor. Çok kötü kotarılmış ama mesele güncel olduğu için “acaba bir şey öğrenebilir miyim” diye seyretmeye çalışıyorum. İkinci bölümün başında, Oregon’da yaşayan beş çocuk annesi, adı Caylan Wager olan, aşı karşıtı bir kadın var. Çocuklarını okula göndermeyip evde yetiştirdiğini öğreniyoruz. İzlerseniz ne hissedersiniz bilmem ama benim görebileceğimi zannettiğim en itici insanlardan biri. Ve muhtemelen, benim kendisini ne kadar itici bulduğumu öğrense, muazzam bir mutluluk duyar. Çünkü bir yerde çocuklarına “ben sizi yüzde ona göre yetiştiriyorum, yüzde doksanın arasında rahatsız olacaksınız” mealinde bir laf ediyor.
Meselemiz böyle bir şey. Kadın çocuklarına “rıza ne demek” diye soruyor, aldığı cevapları beğenmezse öğretiyor. “Özgürlük ne demek” diye soruyor, aynı senaryo devam ediyor. Hâlbuki rıza onun dediği şey değil, kendisi bir tanım uydurmuş. Özgürlük de öyle bir şey değil. Ve “çocuklarımın kendileri olmalarını istiyorum” derken sergilediği eda ne olursa olsun, esasen, çocuklarının “onun istediği kişiler olmasını” sağlamaya çalışıyor. Çocukları özgür bırakmış değil ve rızalarını da almamış. Çocuklar yüzde doksanın arasında rahatsız olacakları bir hayat yaşamaya razılar mı, bilmiyoruz.
Yani?
Aslında birileri bayraklara, haçlara, hilallere, muhtelif sembollere derin manalar yüklerken, hanımefendi de kelimeleri eğip büküp onlara derin manalar yüklüyor. Nasıl derin manalar yüklenen semboller büyük bir sembol havuzundan neredeyse rastgele seçilmiş semboller ise ve fakat biz hangi sembollerin iş göreceğini az çok tahmin ediyorsak, kadın da koskoca sözlükten neredeyse rastgele seçtiği kelimelere mana yüklüyor ama biz onun hangi kelimeleri seçeceğini az çok tahmin edebiliriz. Yine de mesele semboller ve kelimeler etrafında dönmüyor. Kadının “ben sizi yüzde ona göre yetiştiriyorum” demesi esas ipucu.
Ve mesele şurada düğümleniyor, artık yüzde on yok. Olmayan bir şey için birbirimizi yiyoruz.