Beklenen Değer

Nişanyan twitter hesabında, anladığım kadarıyla demiş ki (mealen):
- Erdoğan bir siyasi dehadır.
- İstanbul seçimini tekrarlattığına göre kazanacağına emindir, çalışacağından şüphe etmeyeceği bir planı vardır —kaybederse kendi koltuğunun sallanacağını biliyordur.
- O plan, galip ihtimal, Kürt reylerini İmamoğlu’nun arkasından çekmeye matuftur.
- Kemalist CHP, Kürtçülük suçlamaları karşısında —Kürt düşmanı olduğunu ispatlama gayretiyle— meydanı boşaltacağı için, Erdoğan’ın stratejisi çalışır.
Ben ise deyip duruyorum ki —deyip durduğumu biliyorsunuz— deha meha yok.
Deha yok ama… İstanbul seçimini tekrarlatmaya pek hevesli görünmeyen Erdoğan’ın Cumartesi günkü çıkışında, bir razı edilmişlik değil ikna edilmişlik hissediliyordu. Yani? Erdoğan seçimi alacaklarından emin. Ne kadar emin olunabilirse o kadar emin.
Erdoğan ve onu ikna edenler hesap hatası yapmış olabilirler mi? Olabilirler. Aslında hesap hatası yapmadıkları halde İmamoğlu dünkü oyun tarzıyla hesabı bozabilir, yapılmış hesabı hatalı hale getirebilir mi? O da ihtimal dâhilinde…
Buraya kadar anlaştığımızı düşünüyorum, Erdoğan’ın önüne bir şey koydular ve “a, öyleyse bu seçimi alırız” diye düşündü. Seçimi tekrarlatmak isteyenlerin Erdoğan’ın önüne koydukları şey, terazinin dengesini bozacağına Erdoğan’ın inandığı bir şey olmalı —ki burada da Erdoğan’ın gerçeklikten kopmuş olduğunu, kolaylıkla aldanabilir/aldatılabilir bir hale geldiğini de hesaba katmak lazım.
Yine de…
Bir şey var.
Erdoğan’ın “seçim tekrarlanmalı” dediği son açıklamalarını işittiğimde aklıma gelen ilk şey, İmamoğlu hakkında bir şeyler olabileceği idi. Ne bileyim, biçimsiz ilişkiler, biçimsiz ticari işler ve saire gibi. Çünkü aksi halde, yani İmamoğlu imha edilemezse, tekrarlanmış bir seçimi kazanmak bile Erdoğan’a kazandığından fazlasını kaybettirebilir, karşısına bugüne kadarki rakiplerinden daha tehdit edici birinin çıkmasına yol açabilir.
Derken Öcalan’ın avukatlarıyla görüştürülmesi mevzuu gündeme girdi. Erdoğan’ın Kürt oylarını İmamoğlu’nun arkasından çekme niyeti olduğu söylendi. Erdoğan’ın önüne konan “o şey”in Kürtlere yönelik bir kart olabileceği fikri şöyle bir zihnimde dolaştı…
Sonra gitti.
Bu arada… Açıklanması müşkül bir husus daha var denklemde. Daha önce işaret ettim, seçim öncesinde aylarca uslu duran PKK, seçim sonrasında aniden hareketlendi. Neden? Bilemiyorum. Belki de ekstra bir hareketlenme yok. Hep aynı hareketlilik vardı ama istihbar edilebildiği için önlenebiliyordu. Belki istihbarat kesildi. Belki istihbarat var ama saldırılar önlenmiyor. Hepsi olabilir. Her bir ihtimal, ayrı bir senaryo demektir.
***
Bir de herkesin “olay Suriye’de geçiyor” kıvamında değinip geçtiği bir Suriye boyutu var hadisenin. Nişanyan da “Suriye’de bir taşla birkaç kuş vurmak”tan söz ediyor mesela. Gördüğüm kadarıyla, Suriye’de akıntının istikameti ve hızı hakkında kimse net bir görüşe sahip değil. Kesinlikle bir şeyler oluyor ama ne olduğunu kimse bilmiyor, gibi…
Olay Suriye’de geçiyor lakin Suriye’de Fırat’ın doğusu, Tel Rifat, İdlib diye farklı lokasyonlar var. ABD, Rusya, İran, Esad, muhtemelen İsrail var. Cihadçılar, Kürtler, rejim güçleri, muhalifler var. Hangi olay hangi Suriye’de geçiyor ve faili kim, karışık.
Amerikalılar Fırat’ın doğusundan çekileceklerdi, çekilmediler. Biz İdlib’i düzenleyecektik, düzenlemedik/düzenleyemedik. Arada bir cılız sitemlerle yetindi Ruslar. Ama son günlerde İdlib’e bomba yağıyor. Askerlerimizin sağına soluna bombalar düşüyor. Bildiğim kadarıyla bir itiraz yükselttiğimiz yok. Ve yine bildiğim kadarıyla Suriye’deki Kürtler, bir ara her şeye razı duruma gelmişken, geçenlerde Rusya’nın Şam ile aralarını bulma teşebbüsünde taleplerini artırdılar. Neye güvenerek? Kime güvenerek? Bir fikrim yok.
Suriye bahse konu olduğunda bir tek hususta net bir fikrim var: Hiçbir aktörün hiçbir beyanı güvenilir değil. Oyunun en belirleyici oyuncusu İran’mış gibi görünüyor. Onun da —derdinin ne olduğunu biliyor olsak da— imkânlarının neler olduğu meçhul. Hissiyatım o ki, İran dışındaki oyuncuların hiçbirinin uzun vadeli planları yok —esneme kabiliyetlerinin yüksek olduğunu söylemeye çalışıyorum. Yani zemin çok kaygan. Dolayısıyla, kendi iç politikasının ihtiyaçlarını karşılamak için Suriye’de alışverişe çıkmış bir Ankara varsa, makul bir fiyata filesini doldurabilir gibi görünüyor.
Buna tamam.
Ne verilip ne alınacağını bilemiyor olsam da, bir alışveriş mümkün yani.
Ama…
ABD, Rusya, İran ve İsrail açısından bakıldığında, Ankara’da, İstanbul seçimini kazanmış bir Erdoğan’ın oturuyor olması mı iyidir, kaybetmiş bir Erdoğan’ın oturması mı? Hangisi için hangisi iyidir? Bilebilen var mı?
Yıllar önce dediydim ki, ipin üzerindeki bir Erdoğan, düşmeyen ama her an düşebilir gibi olan bir Erdoğan, herkes için iyidir —bizden başka herkes için. O vakitler öyleydi ve Erdoğan’ı ipin üzerinde tuttular. Bugün hâlâ öyle mi? Diyelim Haziran’da seçimi kaybetmiş, kasırgaya açık hale gelmiş, 2020 güzünde veya 2021 baharında seçime gitmek ve kaybetmek zorunda kalmış bir Erdoğan Moskova’nın işine gelir mi? Gelirse mesela, Erdoğan’ın önüne konan, İstanbul seçiminin alınacağına karine oluşturan dosya Moskova orijinli olabilir mi?
Filan.
***
Dönelim İstanbul’a ve Kürtlere…
Genelde CHP ve özelde İmamoğlu, seçim öncesinde de, sonrasında da Kürtlere yönelik ufak tefek jestlerden bile imtina ettiler ve ben de bunu onların açısından bir defo olarak görüp, yazdım. Amenna. Ama Kürtler gidip reylerini verdiler. Vereceklerini tahmin ediyordum, beni yanıltmadılar. Bunu da yazdım.
En azından şimdilik, havanın değiştiğine dair bir işaret yok. Erdoğan’ın —eğer Kürtler üzerinden bir oyun kuracaksa— elindeki kozun ne olabileceğini de tahmin edemiyorum. Ancak şunu söyleyebilirim ki, yapılacak her hamle, bir yandan kefeye bir şeyler koyarken bir yandan da bir şeylerin düşmesine yol açacak gibi görünüyor bana.
Yani?
Yukarıda Suriye özelinde bir yığın bilinmezlik olarak sıraladığım şeylerin taraflarından birinin onaylayacağı şeyler, ötekinin oyununu bozacak. Yeni nesil soğuk savaşta Kürtler, bana öyle geliyor ki, Türkiye’den —en azından Erdoğan Türkiye’sinden— daha makbul bir taş, satranç tahtasında. En azından eşdeğer. Dolayısıyla İstanbul seçimini kazanmak için Kürtler üzerinden kurulacak oyun, Suriye’de dengeyi bozar. Zaten çok hassas olan dengeyi…
Erdoğan’ın umurunda olur mu? Olmaz. Ama Suriye’de dengenin bozulması, en azından taraflardan birinin Erdoğan’ı köşeye sıkıştırma ihtiyacını acilleştirir.
Önceki gece, YSK kararını açıkladıktan sonraki konuşmasında İmamoğlu’nu izlerken hissettiğimi paylaşayım. Tarafların her ikisi değilse en azından biri İmamoğlu’nu bir oyuncu olarak kabul etmiş ve… Bunu da kendisine sufle etmiş. Yanılıyor olabilir miyim? Olabilirim.
Ama ilave bir şey daha var. YSK kararını müteakip, HDP’den çok çabuk ve çok net bir açıklama geldi. Açıklamanın hem çabukluğu ve hem de muhtevası mühim. HDP son derece hiyerarşik bir örgüt. Yaptığı açıklamalardan tornistan etmesi en müşkül siyasi organizasyon. İstanbul’da bir oyunbozanlık olacaksa, bunun HDP kaynaklı olması zordu, daha da zorlaştı.
Geriye kalıyor, CHP’nin Kemalistliği…
E evet, sıkıntımız burada. Sadece burada da değil. CHP’nin içinde, Kılıçdaroğlu sonrasına oynayan sayısız aktör vardı. Şimdi hepsinin oyunu bozuldu. Onlar “parti elden gidiyor” yaygarasına heveslenip bu yaygaraya Kemalizmi altlık yapmaya kalkabilirler mi? Filan. Ama önümüzdeki 45 günde zor. CHP terbiye olur mu bilmem ama 23 Haziran’a kadar terbiye olmuş görünmek zorunda.
***
Uzattım ama biraz daha uzatmam gerekiyor.
Önümüzdeki 45 günde neler olacağını tarafların sahip oldukları kadroların kaliteleri, fiyatları ve saire belirlemeyecek. Sahada nasıl oynadıkları belirleyecek. Olacak olanın kendisinden çıkarsanabileceği şaşmaz öncüller yok yani. Hiç yoktu, şimdi de yok. Bugüne kadar yoktu, olduğunu varsayan ve varsaydığı o öncüllerden çıkarsama işini yapıp sahaya çıkmadan kaybettiğini kabul eden bir muhalefet vardı. Bu defa iş öyle değil. En azından şimdilik değil. 45 günde neler olur bilemem.
En başa dönüp Nişanyan’ın tweetlerinde esas mesele olarak gördüğüm hususa —ve yazının başlığına— işaret edeyim.
Biz, sıradan insanlar, herhangi bir karar vermek durumunda kaldığımızda, kararın en yapılandırılabilir olduğu durumda bile, nadiren emniyet içinde karar verebiliriz. Hemen her durumda bir beklenen değer (expected value) hesabı girer devreye. Basitleştirerek şöyle anlatabilirim: Mesela yüzde doksan ihtimalle kaybedeceğiz ama kaybımız 10 lira olacak. Buna mukabil yüzde on ihtimalle kazanacağız, kazanırsak 1000 lira kazanacağız gibi. Bu durumda 0,90 değeri ile -10’u çarpar -9 buluruz. Öte yanda da 0,10 ile 1000’i çarpar 100 buluruz. 100, 9’dan çok büyük olduğu için de, kayıp ihtimali çok daha büyük olsa da… Oynarız.
“Olay sarayda geçiyor” olduğunda hayatın başka türlü yaşandığını düşünmekte haklılık payı var. Ama saraylarda da dışarıdaki gibi olan bir yığın şey var. Saraylarda da insanlar yaşıyor ve saraylar da bu dünyaya ait. Orada da kararlar yoğun bir belirsizlik altında veriliyor. Evet, kayıp/kazanç değerleri son derece yüksek, biz ölümlülerin hayal bile edemeyeceği değerlerle kumar oynanıyor. Ama oyunun dokusu aynı yani.
2007’de ANAP ve DYP oylamaya katılmamaya karar verdiklerinde, bilmediğimiz baskılar altında, siyasi olarak intihar etmişlerdi. Bunu, kararı verenler biliyordu. O partilerin milletvekillerinin pek çoğu, siyasi hayatlarının sonuna geldiklerinin farkındaydı. Erdoğan işaret etse, partilerinin kararına rağmen oylamaya katılıp 367 zırvalığını başlamadan bitirmeye hazır idiler. Erdoğan bir karar verdi. O parlamentoyla yargı darbesini boşa düşürüp Gül’ü seçtirmektense, erken seçime gitmeyi tercih etti. Kayıp ihtimali düşüktü ve fakat kaybedilecek olan büyüktü. Kazanç ihtimali yüksekti ve… Kazanılacak olan çok daha büyüktü.
İşaret etmek istediğim husus şu: Son dönemde Türkiye’deki en eşitsiz maç 2007 maçı idi. O maçta bile Erdoğan’ın —çok küçük de olsa— bir kayıp ihtimali vardı.
Sonrasında Erdoğan hiçbir durumda benzer şartlara sahip olmadı. Gücü arttı. 2007’ye kıyasla, 2007’deki kazancının zamanla geometrik olarak büyümesiyle, olağanüstü bir güç sahibi oldu. Ama bir daha hiçbir vakit, beklenen değeri 2007’deki kadar büyük bir oyun oynamadı/oynayamadı.
Bu noktada, karar problemlerinin bir başka özelliğine dikkat çekmek gerekiyor. 2007’de kazandığında, kasasından neredeyse hiç ödeme yapmak zorunda kalmamıştı. Ama mesela 17/25’te, Gezi’de ve sonrasında, her defasında, maçı kazanırken çok sayıda sakat ve cezalı vermek durumunda kaldı. Yani? Bir sonraki maça daha yüksek puanla ama daha dar bir kadroyla, daha kırılgan olarak çıkmak zorunda kaldı. Pazarlıklarda daha elverişsiz şartları kabul etmek durumunda kaldı.
Bugün Erdoğan, çok küçük, çok önemsiz kazançlar için çok büyük kazanılmışlıkları bahse yatırmak durumunda olan bir oyuncu. Ve hiçbir oyununda artık, beklenen kazanç ile beklenen kayıp arasındaki fark, zannedildiği kadar yüksek değil.