Dünya Nereye Gidiyor?

ABD’de Trump, Britanya’da Johnson. Dünya nereye gidiyor? Hep birlikte nereye gidiyoruz? Yeni bir Hitler-Mussolini dönemi mi? Korkmalı mıyız? Endişelenmeli miyiz? Telaşlanmalı mıyız?
Kendi hesabıma Trump’ı değil, Trump’a oy verip Beyaz Saray’a taşıyanları önemsiyor olduğumu biliyorsunuz. Johnson vakasında benzer bir durum da yok —onu Britanyalılar değil, çoğu benden bile yaşlı Muhafazakâr Parti delegeleri seçti, musallat etti Britanya’nın başına.
Yine de… Hem Trump’ın ve hem de Johnson’ın elinde, mesela İran’a müdahale ederek dünyayı kana bulama imkânları da var, kendi toplumlarının dönüşümüne belirli bir istikamet verme imkânları da… Dolayısıyla “aman sen de, bana ne” denecek bir durumda olmadığımızın idrakindeyim. Trump-Johnson ekürisi ile Hitler-Mussolini ekürisi arasındaki farklar kadar benzerliklerin de farkındayım. 1930’ların Avrupa’sı ile 2010’ların dünyası arasındaki farklar ile benzerliklerin de…
Evvela belirtmek gerekiyor ki, herhalde, öyle oturduğumuz yerde oturarak, mesela toplumsal dinamiklere güvenerek kazanılabilecek herhangi bir zafer olmadığına inanıyorum. İyimserliğimin kaynağı toplumun/toplumların potansiyeli değil, aksiyonu.
***
Hitler, Mussolini, Franco ve diğerleri, dünyanın yeni bir faza geçişi sürecinde, imparatorlukların dağılıp yeni bir sosyal/siyasal strüktür olarak ulus-devletlerin yayılması sürecinde ortaya çıkan memnuniyetsizliklerin üzerinde yükselmişlerdi. Son derece gerçek bir memnuniyetsizlikti Avrupa’da yayılmış ve yayılmakta olan memnuniyetsizlik. Şunu unutmamak gerekiyor ki, benzer memnuniyetsizlikler, muhtemelen aynı muhtevayla ve belki de aynı şiddette, Britanya’da, Fransa’da, Doğu ve Kuzey Avrupa’da da vardı. Son derece spekülatif bir iddia olduğunu bile bile söylüyorum, eğer mesela Fransa daha önce davranıp kendi Hitler’ini çıkarsaydı —bir zaman önce öyle yapmış, benzer dinamiklerden bir Napolyon çıkarmıştı— tarihte Almanya’nın rolünü Fransa, Fransa’nın rolünü Almanya oynardı.
Demem o ki, pozisyonlar hasımlara göre belirlenir. Almanlığın veya Fransızlığın özünde olan şeyler değil tayin edici olan, Almanların pozisyonuna göre Fransızların muhtevası değişir, değişti. Dönem ulus-devletlerin genç, zinde dönemleri idi. Dünyanın nihayet optimum siyasi formu bulduğu kanaati hâlâ yükselmekteydi. Dolayısıyla taraflar da ulus-devletler, dolayısıyla uluslardı.
Bugün ulus-devletlerin çözülüyor olduğu, mevcudiyetlerinin sebep olduğu problemler için bile çözüm üretemez hale geldiği bir dönemde yaşıyoruz. Olağanüstü bir memnuniyetsizlik çağında… Hemen herkes pusulasını kaybetmiş durumda. Faruk Aksoy’un anlamadığı şey, “Dersim İsyanını kanlı bir şekilde bastıran devlete karşı savaş açanların bir zaman sonra 6. Filoyu taşlaması”nın şartları ile “doksanlı yıllarda yazdığı yazılarda faili meçhulleri, JİTEM’i kıyasıya eleştiren Nihat Genç’in, Paris’te öldürülen teröristlerle ilgili olarak Canan Kaftancıoğlu’nun açıklamalarına karşı ayranının kabarması”nın şartları arasındaki fark. İlkinde, “üzerinde ittifak edilen devlet”in bir vaadi vardı ve bütün dünyadaki muadillerinin hemen hemen aynı vaatleri vardı. O vaatleri kısmen yerine getirdi devletler, kısmen noksan kaldılar. Ama her halükarda, günümüzün imalat, iletişim ve ulaşım teknolojileri için fazlasıyla güdük, kifayetsiz hatta yük halini aldılar. Dolayısıyla 50’lerde, 60’larda manalı ve yerinde olan, 2010’ların sonunda artık manasız ve yersiz. Ama neyin manalı ve yerinde olduğunu tespit edecek bir başka pusula da henüz yok.
Yok! Ve olmaması bir zaaf filan da değil. Çünkü o pusula başka bir yerden değil, tam da pusulasını kaybetmiş yığınların arasındaki kıyasıya hesaplaşmadan zuhur edecek. Birileri bize doğru istikameti gösteren bir pusulayı çıkarıp vermeyecek —çünkü zaten doğru bir istikamet yok ve dolayısıyla da o istikameti gösteren bir pusula bir yerlerde saklanmış, günü gelsin de biri tarafından bir tavan arasında bulunsun diye bekliyor değil. Biz, ister farkında olalım ister olmayalım, o pusulayı imal ediyoruz.
Pusulanın nasıl bir şey olacağını, dolayısıyla, bilmemiz mümkün değil. Nasıl bir şey olmayacağını ise az çok bilebiliriz. Nihat Genç’inki gibi bir şey olmayacak mesela.
***
Demiş oldum ki, (a) faz değişimleri sancılı süreçlerdir, olağanüstü memnuniyetsizliklere yol açarlar, (b) bu açıdan bakıldığında günümüz, 1930’ların Avrupa’sını andırıyor, (c) ancak 1930’ların Avrupa’sında imparatorluk fazının yerini ulus-devlet fazının alması sürecinin son aşamaları yaşanıyordu, (d) bugün ise ulus-devletler fazının sona eriyor olması yaşanıyor ve dolayısıyla (e) memnuniyetsizliklerin zirve yapması gibi benzerliklerin yanında, maçın bambaşka oyuncular tarafından bambaşka bir sahada oynanıyor olması gibi benzemezlikler de var.
Bu çerçeveden bakarsak Trump’a ve Johnson’a…
Önce Erdoğan’a bakalım isterseniz. 2002’de Erdoğan ve taifesi, Türkiye gibi bir taşra ülkesinde, uzun süredir hiçbir partinin alamamış olduğu oy oranlarına ulaşıp iktidar oldu. 2002’de Erdoğan’ı iktidara taşıyanlar, periferide kalmış olanlardı. İtibardan hissesi güdük kalanlar. Talepleri, itibar pastasındaki hisselerini almaktı, Türkiye’yi içe kapatmak, homojenleştirmek, herkesi kendilerine benzetmek değil. Görünür olmaktı, ötekileri görünmez kılmak değil. ABD’de Trump’ı Beyaz Saray’a taşıyanın da benzer bir motivasyon olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de, 2002’de Erdoğan’ı iktidara taşıyanların taleplerine, öteki mahalle, hiç de sağır değildi. Yıllar süren manasız dindar-laik savaşından yorgun, bu savaşta AYM, Gürüzgiller ve sair unsurların bel altı hamleleri yüzünden ahlaki üstünlüklerini kaybettiklerini fark etmiş yığınla şehirli, “evet, bir mütareke yapalım, memleketin itibar hissesini yeniden paylaşalım” noktasındaydılar. ABD’de AYM ve sairenin biçimsizliklerine eşdeğer şeyler yaşanmamış olsa bile, Trump’ın kazanmasını müteakip, geniş kesimlerde bir farkına varma halinin zuhur ettiğini zannediyorum.
Türkiye’de sözünü ettiğim kesimler siyasi olarak müdahil olamadılar sisteme. Çünkü siyaset düzeni toplumun müdahalesine açık değildi. Baykal konjonktürü, mütarekeye razı olanları “ya bizdensin, ya bize karşı” noktasına sürüklemek için kullanmayı tercih ettiğinde, kendisine katılmayanları siyaseten tasfiye edecek güce sahipti ve o gücü kullandı. ABD’de böyle bir şeyin mümkün olmadığını zaten tahmin ediyordum ve zaten de olaylar benzer bir akış sergilemedi.
Eğer ABD tecrübesini doğru değerlendiriyorsam ve eğer Britanya’nın sosyolojisini de doğru okuyorsam, zaten başlı başına bir tuhaflık olarak zuhur eden Johnson vakası, Muhafazakâr Partide ciddi sancılara yol açacak, eğer parti bu sancılardan bir doğum çıkaramazsa Britanya’daki ilk seçimlerde Muhafazakârlar ağır bir yenilgi tadacaklardır.
Yani?
Tıpkı Hitler ve Mussolini’nin Britanya ve Fransa’yı öteki tarafa itmesi gibi, Trump ve Johnson da karşıtlarının kristalize olmasını sağlayarak büyük bir hizmet veriyorlar. Türkiye’de bu olmadı, çünkü toplumdaki hassasiyetleri değerlendirebilecek bir siyaset üretmenin şartları yoktu.
***
Küreselleşme, daha önce de defalarca dediğim gibi, bir takım şeytani öznelerin planlayıp sahneye sürdüğü ideolojik bir şey değil. Başta imalat, ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki mevcut seviyenin dayattığı ekonomik ölçeğin büyüklüğü olmak üzere çok sayıda maddi faktörün dayattığı bir oluş hali. Tıpkı imparatorlukların tasfiyesi ve ulus-devletlerin yaygınlaşması sürecinde olduğu gibi sayısız sancıya sebep oluyor ve… Daha mühimi, bu sancılar sosyal kesimler arasında eşit üleşilmiyor.
Dolayısıyla “aman ne güzel oluyor her şey” denecek bir halde değiliz, tamam. Ama başımıza geleni birilerinin şeytani bir planı olarak gördüğümüz zaman onu anlamak da, onun yol açtığı sancılara karşı akıllıca reaksiyon göstermek de pek mümkün değil. Geri döndürülemez olanı geri döndürmeye çalıştığımızda da…
Tabii olarak, küreselleşme sürecinde farklı viteslerle yol alan sosyal kesimler var ve bu kesimlerin arasındaki vites farkından doğan gerilimler… Trump ve Johnson, daha düşük vitesle yol aldıkları için sancıyı daha derinde hissedecek pozisyonda kalmış olan kesimlerin itirazlarını temsil eden, o kesimlerin ittirdikleri aktörler. Mezkûr kesimler, kendilerinin de elinden tutulması durumunda, pekâlâ, mütarekeye razı edilebilirler. En azından ana gövdeleri ve en azından daha genç olanları… ABD ve Britanya’da, mezkûr kesimlerin taleplerini siyasallaştırmanın imkânı var, Türkiye ve Rusya’da yok —Rusya’da da işte muhaliflerin payına gözaltı düşüyor.
ABD ve Britanya’daki bu imkânları, yine ABD ve Britanya’da siyaset yapan birilerinin değerlendireceğini varsayıyorum. İyimserliğim bundan. Toplumların seyirci olmadıklarını, sahaya çıktıklarını, oynamaya başladıklarını görüyorum, bana öyle görünüyor. İyimserliğim bundan.
***
Küreselleşme sürecinde daha büyük vitesle yol almış olan ve dolayısıyla da sürecin sebep olduğu sancıları daha az hissedecek pozisyonu kapmış olan kesimler, şehirliler dediğim kesimler. Daha düşük vitesle yol almış ve geride kalmış, sancıları daha derinden hissedenler de kasabalılar. Bu kavramlaştırmanın ışığında Türkiye’de ve dünyada neler yapılabilir, neler hayal olarak kalır, onu da sonra konuşalım.