Nihilizmin Gel-Gitleri

Alper Görmüş Serbestiyet’te laik nihilizm diye adlandırdığı ruh halinin gel-gitlerini özetlemiş. Türkiye’de belirli bir çevrenin temel belirleyeninin laikçilik olduğu tespitine itirazım yok. AKP’ye muhalif olanların altında toplanacakları başka bir bayrak açılmadığı/açılamadığı —açılmasına Baykal tarafından mani olunduğu— için, bütün muhalefetin laikçi hassasiyetlerin şemsiyesi altında tasnif edilmesine ise itirazım var. Türkiye’de laikçi olarak nitelenebilecek sosyoloji, dinci olarak nitelenebilecek sosyoloji gibi, dar bir kesim.

Devam etmeden, bu nüansları neden önemsediğimi belirteyim. Ortada nihilist olarak adlandırılabilecek bir ruh hali var. O ruh halinin med ve cezir dalgaları var. Ancak geniş yığınlara yayılan o nihilizmin laikçi bir hassasiyetten kaynaklandığı varsayımı, toplumda esasında olup bitenleri anlamamaya, daha kötüsü yanlış anlamaya yol açabilir.

Türkiye’de Erdoğan’ın, bugün vefat eden Mısıroğlu’nun ve/veya Hayrettin Karaman’ın din kavrayışını elifi elifine paylaşan dindarların oranı, zannedildiğinden çok daha düşük. Yekpare görünen o dindar kesim, esasında son derece renkli unsurlarla döşenmişti. Hâlâ öyle. Çamlıca Camiine baktığında huşu duyan dindarları da var Türkiye’nin, israf görenleri de… Ve bu iki ucun arasında sayısız ara ton…

Benzer şekilde Baykal’ın, Çölaşan’ın laiklik anlayışını harfi harfine paylaşan muhaliflerin oranı da zannedildiğinden çok daha düşük.

Mesele şu ki, Baykal’ın tercihi yüzünden, yani CHP’nin diğer bütün renklerini degrade edip bütün çatıyı laiklik kolonunun üzerine bindirmesi yüzünden, bilhassa 2002’den itibaren, toplumun son derece dar bir kesimi, muhalefetin ana gövdesini rehin aldı.

(Belirtmekte fayda var, bu hal, tökezlediği anda Erdoğan’a da, karşıdaki dar kesime rücu etme fırsatı sundu ve giderek toplumun tamamı, iki uçtaki marjların elinde rehin kaldı. Ve ilaveten belirtmekte fayda var, normal bir demokraside işler böyle yürüyemezdi, daha geniş olan kesimler partilerin dar sekter kesimlerin eline geçmesine mani olurdu. Türkiye’de olamadı, çünkü… Israrla vurguluyorum, Siyaseti düzenleyen mevzuat, yaşadığımız abesliklere ruhsat veriyor.)

Muhalefetteki nihilizmden söz ederken, demek ki, iki farklı nihilizmden söz etmek gerekiyor. Bir yanda muhalif sosyolojiyi rehin almış olan dar laikçi kesimin nihilizmi. “Laiklik elden gidiyor” nihilizmi. Öte yanda ise, AKP’ye muhalefet edemiyor olmaktan, muhalefet etme imkânlarının elinden alınmasından mustarip geniş yığınların nihilizmi.

Birincilerin nihilizmi haklı bir nihilizm idi. İşleri ağızlarına yüzlerine bulaştırdıklarında paşa babalarını davet edip manasız imtiyazlarını sürdürmenin şartları artık kalmamıştı. Mesele din, AKP, laiklik filan değildi, sorgulanmadan, sadece kafalarındaki şapkayı referans göstererek memleketin sahibi statülerini sürdürebilmek idi. Baykal onlara “memleketin sahibi olamayacağız ama şurada, binanın imtiyazlı bir katında ikametimizi sürdürebiliriz” vaadi satmıştı. Lakin noterde yapılan sözleşmenin karşılığı olmadığını, satın aldıkları katın tapusunun el değiştirmiş olduğunu hissetmişlerdi.

Geniş kesimlerin nihilizmi de haklı, sağlam temelleri olan bir nihilizm idi. Çünkü muhalefet olarak, mevcut oyunu değiştirebilecekleri kanaati, bizzat CHP tarafından baltalanıyor idi: “Kazanamıyoruz, çünkü toplumun 70-30 oranı kazanmamıza imkân vermiyor.” Esasen, Görmüş’ün kısa özetindeki misallerin de gösterdiği gibi, toplumun öyle derin hendeklerle birbirinden ayrılmış bir topoğrafyası yoktu. Yaşanan şey çaresizlik değil, öğrenilmiş çaresizlik idi.

Basit bir misal üzerinden gideyim. Kabaran son iyimserlik dalgası, AKP’nin İstanbul seçimini mundar etme çabası yüzünden İmamoğlu’nun diğerlerinden ayrılıp bir başına ön plana çıktığı bir dalga. Ve İmamoğlu, Maltepe mitinginde, mehterana İzmir Marşı çaldırıp, toplanan yüz binlerce kişiye dua dinletip, “âmin” dedirtti. Bu hal sosyal medyada düşük dozda itirazlara yol açsa da, muhalif kesimde ciddi bir reaksiyonla karşılanmadı. Muhalif kesimin ümitlerini diğer seçilmiş başkanlara değil, bilhassa İmamoğlu’na bağlamalarında bir zaafa yol açmadı.

Demem şu: Nihilizmi gel-gitlere maruz kalan muhalifler için laiklik önemsiz bir şey değil. Ama onların laiklikten anladıkları Baykal’da sembolleşen laiklik anlayışından farklı, bu bir. İkincisi, aynı kesimin biricik hassasiyeti laiklik değil, bir yığın başka hassasiyetleri de var.

Birisi —belki de birincisi— mesela, hukuk. Oyun oynanırken kuralların değişmesinden huzursuzlar. “Vay ne kadar adiller” filan diyor değilim. Değiller. Kanunlara zarafetle uydurulabileceği sürece, adaletsizliğe göz yumabileceklerini defalarca gösterdiler. Ancak hukukun yerini keyfiliğin almasının yol açacağı savrulmanın maliyetini hissedebilecek haldeler. İmamoğlu onlara böyle bir savrulmanın önüne geçebileceği garantisini mi verdi? Hayır. Ama onlar, İmamoğlu’nu bu göreve atayabileceklerini ümit ediyorlar. Şimdilik ellerindeki her şey bu ümitten ibaret.

***

Yıldıray Oğur geçen gün Ankara’nın adları bilinmeyen hâkimlerini yazdı. Bugün de bir başka hâkimin hikâyesi üzerinden birilerinin bir şeyler yapıp yapmayacağını sormuş. Çalışkanlığı takdire şayan. İyimserliği de… Mezkûr yazılardan bana kalan, sadece İstanbul seçimlerinin değil muhtemelen Türkiye’nin akıbetini oylayacak olan on bir hâkime hitap etme çabası. Bahse konu olan on bir hâkim Oğur’u okuyorlar mıdır? Galip ihtimal okuyorlardır. Oğur da onlara misaller sunuyor, sağlam durmaları için payandalar sağlıyor.

İşe yarar mı?

Bir fikrim yok.

Birilerinin yapması gerekiyordu. Çok kişinin yapması gerekiyordu. Oğur yapıyor. İyi yapıyor. İyi işi iyi yapıyor yani. Ama hepimiz diken üstündeyiz, on bir hâkim vazifelerini yapacaklar mı, bilemiyoruz. Yaparlarsa? Kahraman olacaklar gönlümüzde.

Vay yani. İşe bakın.

Birincisi, memleketin akıbeti böyle bir kavşağa gelmiş. Gelebilmiş. Nasıl bir düzen kurduysak, bilmem kaçıncı defa yapılan belediye seçimlerinden biri memleket için bir ölüm-kalım meselesi halini alabilmiş. Hani meselenin İstanbul hakkında ne karar çıkacağından ibaret olmadığını, kazara hâkim efendiler vazifelerini yaparlarsa meselenin çözülmüş olmayacağını, olsa olsa doğru dürüst bir çözümün imkânlarının doğmuş olacağını, eğer o imkânları değerlendiremezsek, bir sonraki kavşağa gelmemizin çok vakit gerektirmeyeceğini hatırlatmak için söylüyorum bunları.

İkincisi, birileri işlerini yaparlarsa kahraman olacaklar, iyi mi!

Çok yıllar önce yazmıştım ve burada da tekrarlamıştım, hatırladığım kadarıyla. Benim açımdan demokrasi, kahramanlara ihtiyaç duyulmayan bir rejimdir. Küçük insanların küçük işlerini yaptıkları, yapmayı sürdürdükleri durumda çarkların döneceği sosyal örgütlenme tarzıdır. İkide bir kahraman gerektiren bir düzen, düzen değil. Ve yalnız ve güzel ülkemde işler, nedense, kahramanlar olmadan, kahramanlıklar yapılmadan, bir türlü yürümüyor.

Başa döneyim, Görmüş’ün basitleştirilmiş kronolojisini verdiği gel-gitler boyunca, küçük insanlar küçük işlerini defaatle yaptılar. Hiç de kahramanlık iddiaları olmadan. Mesela Gezi’de sokağa çıkanların siyasi iktidarı değiştirmek filan gibi dertleri yoktu. Onlara o vazifeyi çıkaranlar, kendi işlerini yapamayan, bu defa paşa babalarının da yardımlarına koşamadığı, küçük bir müptezel azınlık idi. O azınlığın nihilizmi ile Gezi’de sokağa dökülenlerin nihilizmi aynı şey değil.

Problem toplumda değil.

***

Çok uzun süredir memlekette pek de sesi çıkmayan PKK’nın neredeyse her gün sahne almasını nasıl yorumlamamız gerekiyor? PKK seçim öncesinde bir şeyler yapmıyordu, şimdi —bilmediğimiz sebeplerle— yapmaya mı başladı? Eğer öyleyse, Süleyman’ın afrası tafrası manasızdı demek ki. Yok, eğer Süleyman haklı idiyse, yani devlet terörü önlemiş idiyse, demek ki şimdi önlemiyor.

Nedense!

PKK işin sadece bir piyonu. Cihatçıların savaş alanını Türkiye’ye doğru genişletmeye niyetli olduklarına dair de alametler belirdi. Yürütmenin başının Nasırcılık heveslerinin memleketi yeni soğuk savaşın cephesi haline getireceğini tahmin etmek de müşkül değil. Öyle “Trump şunu dedi”, “Putin bunu dedi” gibi zırvalarla hakkında fikir sahibi olamayacağımız bir açmaza girdik. Berbat günler bizi bekliyor.

Ve devletimiz yok. Adı Devlet olan, kutsalı devlet olanların lideri konumundaki zatın da desteğiyle, devletimiz imha edildi —en aciz dönemlerinde bile hiç değilse seçimleri başarabiliyordu, onu bile ağzına yüzüne bulaştıracak hale geldi. “Mesele toplumda değil” derken kastım bu. Meselenin nereden kaynaklandığı hususunda hata yapma lüksümüz olmadığını düşündüğüm için de vurgulama ihtiyacı hissediyorum.

Toplum pekâlâ, her bulduğu fırsatta üzerine düşeni yapıyor. Devlet yapmıyor/yapamıyor. YSK’nın hâkimleri mesela… Kazara makul bir karar verirlerse işlerini yapmış olmayacaklar. İşi buraya getirmeleri bile… Ne diyeyim!

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin