Dün yazıyı bitirirken “Bırakın dağınık kalsın kardeşim. Dünyayı düzeltivermeye kalkmayın, onun yerine Sümerlerden daha uzun ve sağlıklı yaşadığınız, çocuklarınız manasız hastalıklar yüzünden ölüvermediği, romanlar yazıp okuyacak kadar boş zamanınız olduğu için ‘mutlu olun’.” paragrafını, son anda —yazının bütünlüğünü bozmayı göze alarak— koydum. Hınzırlıktan… Sazanların “işte aramızdaki fark bu, biz başkalarının derdiyle dertliyiz, daha iyi bir
Demirtaş yeni öyküler yazmış, biri Gazete Duvar’da yayınlandı. Yayınlanan öyküden anladığım kadarıyla, öykünün münasebetsiz bir kahramanı var. Münasebetsiz? Yani bizim ne yediğimiz ne içtiğimizle, ne tükettiğimizle ilgili “yukarı katlardan” yargıda bulunmaktan imtina etmeyen biri. Bizim görmediğimiz çöplüğü görmüş, “aydınlanmış”, hakkımızdaki bütün hakikatin künhüne varmış, bizim bilmediğimiz “bir şeyi” öğrendiğine göre “her hususta” bizi eğitme hakkını
Herhalde otuz yıl olmuştur, ani bir aydınlanmayla fark ettim ki, girdiğim hemen her tartışmada muhataplarım ile aramdaki anlaşmazlığın zemininde bir kavramlaştırma farkı yatıyor. Mevzu ister futbol, ister sosyoloji, ister siyaset, ister ekonomi olsun, muhataplarım genel olarak hal üzerine konuşuyorlar. Ben ise her şeyi bir “oluş” halinde görüyorum. “Akış” halinde… Filanca maçın neticesi beni çok ilgilendirmiyor,
Ertuğrul Özkök, Galata’da açılacak bir otelin lansmanından övgüyle söz etti. Ben de bir videoda mevzuu, dünyanın hallerinin bir göstergesi olarak zikrettim. Neymiş “yaratıcı sunum”? Otelin “kokusu” ile alakalı olarak kendisiyle anlaşmaya varılan şirket, Galata bölgesinin çok eskiden (herhalde insan yerleşimi yoğunlaşmadan öncesi kastediliyor) incir ağaçlarıyla kaplı olduğunu “keşfetmiş”. Dolayısıyla otelin lobisi incir kokacakmış. Ama odalar?
Melike Demirbağ Kaplan adında bir profesör varmış. İktisatçıymış ama tüketim kültürü üzerine çalışıyormuş. Benim kendisinden haberdar olmama sebep olan tweetindeki tespitine göre, ülkenin bir yarısı diğer yarısı da kendisi kadar mutsuz olsun diye uğraşırken, diğer yarısında da “aman ha, benim imkânlarıma ulaşamasın” saplantısı varmış. Tweeti benimle paylaşan, “aylardır dediklerini başkaları da fark etmeye başlamış” diye
“Hasta iki toplum var: Türkler ve Ermeniler… Ermeniler büyük bir travma yaşıyor Türklere yönelik, Türklerse Ermenilere yönelik büyük bir paranoya yaşıyor. İkisi de klinik vakalar… Kim tedavi edecek bizi? Fransız senatosunun kararı mı, Amerikan senatosunun kararı mı? Kim reçeteyi verecek? Kim bizim doktorumuz? Ermeniler Türklerin doktoru, Türkler de Ermenilerin doktoru. Bunun dışında doktor, ilaç, hekim
Thatcher mealen “her biriniz başkasının ihtiyaç duyduğu, ücretini gönül rızasıyla ödeyeceği bir şey üretmelisiniz” dediğinde, hayal âleminde yaşıyordu. Öyle bir dünya hiç olmadı. Öyle bir dünyaya yaklaşılamadı bile. Thatcher’in içinden konuştuğu liberal ideolojinin insanlara böyle küstahça meydan okuyabilmesi, esasen son derece küçük bir zümrenin bu işi başardığı halde geniş kitlelerin o üretimden hisse sahibi olabilmesi
Erkan Baş, Halk TV’de katıldığı programın bir bölümünde Liberal Demokrat gençlerin taarruzuna uğramış. Gençlerin hali içler acısı, hamlıklarını sadece yaşları ile açıklamak kabil görünmüyor. Ama onların ve temsil ettikleri düşüncenin hali, bir başka yazının konusu olsun. Şimdilik Baş’ı konuşalım. Programı izlediyseniz, Baş’ın son derece rahat, sakin, ölçülü, nüktedan, aklı başında… Yani günümüzün siyasetinde en çok
Ayfer Feriha Nujen T24’te Ümit Kıvanç ile bir söyleşi yapmış. Okudum ve okurken, her paragrafta biraz daha böcekleştim. Kendimi böcek gibi hissettim. Dünyada ne kadar iyi, ne kadar dürüst, ne kadar kavrayışlı, ne kadar hassas insanlar varmış. İnsanlar? Saçmalıyorum. Herhalde, öyle “insanlar” yok. Olsa olsa öyle biricik insan olabilir, o da Ayfer hanımdır. Ben mesela,