Küresel ve Yerel

Dennis Carroll’la yapılan bir söyleşiyi Tarkan Tufan Gazete Duvar için tercüme etmiş, sağ olsun. Carroll’ü Netflix’in Pandemic dizisinde görmüştük. Olmayacak yerlerde karşımıza çıkıyor ve haritaya yukarıdan bakan bir bilge insan gibi bize yol gösteriyordu, bir nevi. İşbu söyleşide de akıllıca bir yığın laf etmiş. O da sağ olsun.

Carroll’ün ne yapmaya çalıştığını tam olarak anlamış değilim. Doğru anladıysam, zoonotik salgınların dinamiklerini daha iyi anlamak ve muhtemel kaynakları hakkında kapsamlı bir veri tabanı oluşturmak amacıyla, yine doğru anladıysam ABD kamu kaynaklarından sağlanan bir bütçeyle çaba harcamış. Ödeneği kesilmiş. Şimdi daha büyük bir proje teklifiyle yeniden yola koyulmayı planlıyor.

Eğer doğru anladıysam, stratejisi yanlış. Bu strateji yanlışlığı, günümüzde Covid-19 etrafında tartışıyor olduğumuz birçok hususa ve özellikle de bu pandemi sonrasında nasıl bir dünya kuracağımıza ışık tutuyor olduğu için de mühim.

Şöyle başlayayım…

Eğer bu pandemi kendi dinamikleriyle sönümlenmez de, onun ertelenmesi, hafifletilmesi ve yenilmesi sürecinde insan çabaları az veya çok müessir olursa… Yani biz insanlar bir aşı, bir ilaç, bir tedavi geliştirdiğimiz için pandemiyi aşmış olursak, o geliştirilmiş olan aşı/ilaç/tedavinin kimin eseri olduğunu bilmeyeceğiz. Birinin eseri olacak da biz bilgi eksikliği yüzünden onu teşhis edememiş olmayacağız, o aşı/ilaç/tedavi bir öznenin eseri olmayacak. Bir bilim insanının, bir şirketin, bir kurumun eseri olmayacak yani. Anonim olarak geliştirilmiş bir şey olacak. Filanca yerdeki falancanın, falanca yerdeki filancanın bugüne kadar muhtelif sebeplerle ürettikleri bilgi ve yaklaşımların birbirine teması neticesinde geliştirilecek geliştirilen çözüm.

Yani?

Kapitalizm sayesinde… Bu teaserı buraya koyuyorum çünkü fırsat olursa bir kapitalizm değerlendirmesi de yapmayı düşünüyorum. Ama şimdilik meselem bu değil.

Carroll’ün şöyle merkezi, bilhassa bu işe adanmış devasa bütçeli bir teşkilat kurmaya çalışması —eğer yaptığı buysa, yani ben doğru anladıysam— kolayca görülebileceği gibi, yukarıda işaret ettiğim ve bu pandemiyi aşma konusunda ümit bağlayabileceğimiz örgütlenme tarzından çok farklı. Aydınlanma aklının bir tezahürü gibi görünüyor.

Descartes insan bedeninin örgütlülüğünü Aydınlanma aklıyla açıklamaya çalıştığında, her bir bileşene ne yapması gerektiğini buyuran bir merkezi otoriteye ihtiyaç duymuş ve epifizi de uygun aday olarak tespit etmişti. Anlaşılmaz bir şey yok, Aydınlanma aklına göre, koordinasyonu sağlayan, işi bu olan bir özne yoksa, koordinasyon sağlanamazdı. Carroll’ün stratejisi de, ben doğru anladıysam, Descartes’in —ve sonrasında yaşayan milyarlarca insanın— aklına uygun.

Ama gerçeklik başka. Hiçbiri tam da bu amaçla tesis edilmemiş bir yığın şey, yaşadığımız pandemiye bir karşılık geliştirmek üzere işbirliği yapıyorlar. Muhtemelen daha düne kadar birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar değillerdi ama bugün devasa bir networkün birer parçası olarak örgütlenebildiler. Onları örgütleyen bir merkezi otorite olmadan.

İnsan bedeni son derece örgütlü bir şey. Epifizin veya başka herhangi bir biricik merkezin koordinasyonu olmadan örgütlenebilmiş, değişen şartlara göre mütemadiyen yeniden örgütlenen bir şey. Hepsi de son derece aptal olan milyarlarca hücre, bir arada, son derece akıllıca davranabiliyor. Ama esas mesele başka. İnsanın genomu ile meyve sineğinin genomundaki gen sayısı arasındaki farkın küçüklüğünden yola çıkarak tuhaf akıllar üretiliyor ya… İnsan bedeninde, o genomu paylaşmayan milyarlarca bakteri de yaşıyor. İnsan dediğimiz şey, her bir insan teki yani, belirli bir genetik kodu paylaşan milyarlarca hücre ile, genetik kodları farklılık/çeşitlilik sergileyen başka milyarlarca hücrenin bir koalisyonu. Kabaca diyebilirim ki, bünyenin karmaşıklığı arttıkça, o karmaşıklığı yaratabilmek ve sürdürebilmek için, yerelde farklılık, çeşitlilik ve esas mühimi otonomi gerekiyor.

Bu perspektifle bakınca, yani evrimin stratejisini toplumlara tatbik etmeye heveslenince, rahatlıkla diyebilirim ki, küreselleşme iyidir. Küreselleşmenin ilerletilebilmesi ve sürdürülebilmesi için de yerelin otonomisinin güçlenmesi gerekir.

Ve böyle bakınca, “bu pandemi kâbusunu atlatınca nasıl bir dünyaya uyanacağız” sorusunun etrafında dile getirilen “otoriterleşme eğilimi de güçlenebilir” kaygısı manasızlaşıyor.

Demiyorum ki devletler —veya devletlerin otoriterleşmesinde menfaati olduğunu zanneden bazı özneler— bu pandemiyi atlatınca “a bak otoriterlik kötü bir şeymiş” diyecekler ve kendiliklerinden kendi güçlerinden vazgeçecekler. Elbette öyle bir şey olmayacak. Mevkilerini muhafaza etmek ve hatta genişletmek için hamle yapacaklar. Ama toplumsal akıl o türden bir hamleye destek vermeye müsait değil. Eğer o otoriterleşme eğiliminden kaygı duyuyorsanız, toplumda işlenmeye hazır mebzul miktarda maden var ve her gün de birikiyor.

Mesele şu ki, eğer “bir sonraki pandemiden kendimizi sakınmak için Carroll’e ve onun aklıyla inşa edilecek devasa merkezi otoritelere ihtiyaç var” derseniz, denirse, yaygın olarak bu pompalanırsa, toplumun o aklı satın alacak duyargaları da var. Bilhassa Aydınlanma aklının mütemadiyen yeniden üretildiği mektep kodlu fideliklerde üretilmiş bir duyarga. Kapitalizm/antikapitalizm tartışması da, galiba, tam da bu yüzden ehemmiyet arz ediyor.

Ama şimdilik —derdimizin kapitalizm olmadığını işaret ederek— onu erteleyelim. Carroll’ün de işaret ettiği Avrupa meselesine bir bakalım. Carroll diyor ki…

“Çünkü Trump yönetimi önce ve yalnızca Amerika’yla ilgileniyor. Burada, Avrupa’da ve diğer yerlerde yaşanan popülizm dalgası, bu gibi sorunlara karşı küresel bir yaklaşımı bir araya getirmede çok etkili olan küresel ağları parçaladı. Şimdiye kadar Beyaz Saray’dan yayınlanan ve Çin’de virüs kontrol altına alınmaya çalışılırken, başkanımızın eylemi nasıl koordine edeceğini konuşmak amacıyla Başkan Xi’yi aradığını gösteren hiçbir rapor görmedim. Küresel bir olay karşısında küresel diyalogun hiçbir şekilde kurulmaması beni çok şaşırttı. Şu anda Avrupa’da, bir ‘Avrupa Birliği’ olduğuna inanmak mümkün değil. Bulunduğum yerden gördüğüm kadarıyla, her ülke bunu yaparken kendince bir düzenlemeye yapıyor. İtalya Brüksel ile koordine olmuş değil. Brüksel, Almanya ile işbirliği yapmıyor. Bunu yapmak için bir platforma sahip olsalar bile, Avrupa’da bu soruna ilişkin tutarlı bir bölgesel yaklaşım söz konusu değil.”

İki ayrı mesele var gibi görünüyor.

Birincisi, Trump’ın Obama’dan ve hatta Bush’tan farklı bir anlayışı olması. Nedir bu fark? Kabaca diyebiliriz ki, ABD’nin dünyanın lideri olmaktan vazgeçip, kendisini düşünmeye başlaması. Bu kötü bir şey mi? ABD kendisini dünyanın lideri zanneder, ona göre konumlandırırsa daha mı memnun oluyoruz? Başımıza gelen problemlerin çözümü konusunda “acaba ABD ne diyecek” diye düşünmek zorunda olduğumuz bir dünya makul bir dünya mı?

Beni biliyorsunuz, Trump’a herhangi bir biçimde sempati duyan biri değilim. Bu pandemi karşısında sergilediği tavrı —ilacı bulmaya yakın gördüğü Alman şirketini ‘sadece ABD için’ diye satın almaya kalkması filan gibi akıl almaz zırvalıkları bir kenara koysak bile— sempatik bulmam mümkün değil. Ama Trump’ın hezeyanları ABD’yi dünyanın liderliği gibi bir pozisyondan uzaklaştırıyorsa, buna minnet duymak gerekir.

İkincisi, Avrupa’nın hali. Evet, AB dehşetli başarısız bir imtihan veriyor. Bahsettiğimiz başarısızlığı teşhis etmekte müracaat ettiğimiz olgu ne? Mesela İtalya’da sağlık sistemi felç olmuşken, Almanya veya Fransa’nın kayıtsız kalması. Bu hal neyin göstergesi? Bence, AB’yi oluşturan ulus devletlerin, bir birlik oluşturdukları halde ulus-devlet kimliğinden kurtulamamış olduklarının göstergesi. Yani, bir defa daha, problem küreselleşmeden değil, küreselleşememeden kaynaklanıyor.

Avrupa’nın hali, benim birkaç gündür söylemeye çalıştıklarıma harika bir zemin oluşturuyor. Gerçeklikle hiçbir alakası olmadığı halde, sadece bir vakitler üretilmiş ve işe yaramış oldukları için kendilerinden vazgeçilemeyen kurumlar, kavramlar ve saire var. Ulus-devletler de onlardan biri —belki de en mühimi. Gerçeklik ulus-devlet kavramını manasızlaştırdı ama o, hepsi de birbirine yaslanarak ayakta duran bir yığın kavramlaştırmanın hayatını sürdürdüğü fiktif bir âlemde varlığını sürdürüyor. Dünyayı ırgalayan iktisadi/sosyal/siyasi problemler de, esasında, bir vakitler işe yaramış ama artık hiçbir manası kalmamış olanların hâlâ hayatını sürdürüyor olmasından kaynaklanıyor.

Vakti dolmuş olanın ölmeyip arıza çıkarması nadir yaşanan bir hadise değil. Hiçbir kavram vaktinin dolduğunu idrak edip usulca sahneden çekilmez. İmparatorlukların tasfiyesi milyonlarca can ve sayısız trajedi sayesinde mümkün oldu. Ulus-devlet ve yaslandığı bütün kavramlar —daha genelde hepsine ilham kaynağı olan Aydınlanma aklı— da istisna değil, sahneden kendiliklerin çıkıp gitmeyecekler. “Bir savaş gerekecek” derken kastım buydu. “Bu pandemi savaşın yapacağını yapabilir” derken de kastım aynı.

Bu pandemi, eğer şimdiden yapmadıysa birkaç ay, en çok birkaç yıl içinde AB vatandaşlarını bir yol ayrımına getirecek. “Ya AB’yi dağıtalım veya ulus-devletleri ortadan kaldıralım” noktasına… AB’nin vereceği karar da, dünyanın yeni bir faza geçiş sürecinin serencamını etkileyecek. Eninde sonunda yeni, daha küresel, yerelin daha güçlü olduğu bir faza geçilecek, kendimce şüphem yok. Benim açımdan mesele, bu pandemiyi bir fırsata çevirip, önümüzdeki enkazı bu vesileyle şimdi temizleyip temizleyemeyeceğimiz.

Toplumların yeni bir faza geçmeye teşne olduklarını düşünüyorum. Zaten kolları kanatları kırılmış merkezi otoritelerin de bu sosyal kalkışmaya direnebilecek halleri olmadığı kanaatindeyim. Mesele, devri dolmuş hayallerini hayata geçirmek için, bu pandeminin yol açtığı sosyal hali kullanmaya kalkacak elitlerin akıllarını başlarına toplayıp toplayamayacağı…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin