Kemoterapiden Kalan

Önceki gün dedim ki, “Erdoğan’a inanıyorlar, dediklerine değil”.

Aynı şey değil mi? Değil. Dediklerine inanıyor olsalar, o aynı lafları başkaları dediğinde de inanmaları lazım gelirdi. Dediklerine inansalar, neredeyse aynı gün içinde yüz seksen derece döndüğünde, Erdoğan’ın peşinden ayrılmış olurlardı. Hepimiz —siz, ben, Erdoğan, Erdoğan’dan nefret edenler, Erdoğan’a bayılanlar— biliyoruz ki, defalarca test ettik ki, hal böyle değil.

Erdoğan’a inanıyorlar, dediklerine değil.

Dolayısıyla, Erdoğan’ın dediklerinin yer aldığı zeminde, o denenleri çürütecek şeyler diyerek Erdoğan’la mücadele etmek, fuzuli bir meşguliyet. Hatta zararlı. Çünkü (a) Erdoğan’la mücadele edenlerin enerjilerini toprağa vermeye (b) Erdoğan’ı destekleyenlerin, Erdoğan’ın peşinden ayrılmasını güçleştirmeye yol açıyor. Birincisi açıklamaya muhtaç değil zannımca. İkincisi için şunu söyleyebilirim: Erdoğan’ın peşinden tuhaf labirentlere girmişseniz, başınızı belaya soktuğunuzu hissetmemiş olmanız zor. Ama eğer hâlâ hissetmeyenler varsa, kendi başlarına çıkamayacakları bir çıkmaza girdiklerini, karşıtları Erdoğan’ı çürütmek için mesai harcadıkça, daha sarih bir biçimde hissederler.

Erdoğan ve onu destekleyenler arasındaki bu biçimsiz ilişki, toplumun kültürünün ürünü filan değil. En azından, toplumun kültürel kodlarının kaçınılmaz olarak yol açacağı bir ilişki değil bu. Öyle —zannedildiği gibi— makarna, kömür filan mukabili kurulabilir bir ilişki de değil. Bu ilişki, daha eskilerde tohumları atılmış olsa da, özellikle ’94 sonrasında memleketin entelektüel elitinin aymazlıkları vasıtasıyla gübrelendi, Baykal ve Kılıçdaroğlu CHP’sinin serasında boy verdi. Özetle söyleyecek olursam, (a) Erdoğan’ın tariflerini kabul etmeklerle ve (b) ona oy verenleri onunla özdeşleştirmekle mümkün oldu bu ilişki.

Mümkün olan ille de gerçekleşmek zorunda değil. Bu son derece hastalıklı hal de, mümkün olduğu halde gerçekleşmeyebilirdi. Gerçekleşip gerçekleşmeyeceği tercihi Erdoğan’a kaldı. O da —kendi kısa vadeli menfaati öyle gerektirdiği için— gerçekleşmesini tercih etti. Bu tercihin Erdoğan’a kalmış olması da, başta Gül, Arınç, Davutoğlu, Yıldırım gibiler olmak üzere, ona bu alanı açanların mesuliyeti. Küçük hesaplardan başkasına aklı ermeyen bu miyop cemaatin politikacılık oynayabilmeleri de, Siyasi Partiler mevzuatının marifeti.

Tekraren: Ahalinin bu işte zerre miskal suçu yok.

Tekraren: Erdoğan’ın öyle göz kamaştırıcı bir marifeti de yok. Netice itibariyle, rakiplerinin herhangi biri ile eşite yakın şartlarda bile rekabet etmeyi hiç göze alamamış bir adamdan söz ediyoruz. Kendisi ağzına geleni söyleyecek, rakiplerinden herhangi biri itiraz mahiyetinde bir laf edince mahkeme kapılarında sürünecek. Kendisi ve parti görünümlü şeyi milyarlarca lira harcayacak, bütün sokakları kendi renklerine boyayacak, yine de her gün yeni payandalara ihtiyaç duyacak. Medya görünümlü propaganda aygıtları inşa edecek, yetmeyecek, var olanları satın alacak, karşısındakilerin sesinin duyulmasını imkânsız hale getirecek. Ancak bu şartlarda ancak yarı yarıya bir destek derleyebilen bir adam bu. Bütün bu yığınaklara rağmen, karşısına mesela 65 yaşında bir Demirel çıksa, bir hafta bile dayanamayacak kadar da vasıfsız.

Zavallı…

Erdoğan böyle. Varın siz rakiplerinin vasıfları hakkında tahminde bulunun.

***

Önceki günkü yazıyı Alper Görmüş’ün bir yazısı üzerine yazmıştım. Görmüş’ün bugünkü yazısı meseleyi aydınlatmak için başka pencereler açıyor.

Diyor ki bir yerde…

“Burada iki ihtimalden söz edebiliriz:

“Birincisi: Ülkenin lideri, ülkesinin bir beka sorununun olduğuna gerçekten inanmaktadır, fakat kullandığı dilin, ülkenin beka sorununu daha da yakıcı bir hale getireceğinin farkında değildir; ki Gürkan Zengin’e göre durum böyledir.

“İkincisi: Ülkenin liderinin beka söylemi sadece bir retorikten ibarettir. (Retoriği burada ‘belagat’ karşılığıyla  değil, ‘içtenlikten veya anlamlı içerikten yoksun olma’ anlamında kullanıyorum.) Yani açıkçası bu ihtimalde ülkenin lideri ülkesinin gerçek bir beka sorunuyla yüzyüze olduğuna inanmamakta, onu siyasi hedefleri doğrultusunda bir araç olarak kullanmaktadır; ki bana göre durum böyledir.”

Bir üçüncü ihtimal daha var ve bana göre durumumuzu açıklamakta daha elverişli.

Ancak homojen, yabancı unsurlardan arındırılmış steril bir toplumun hayatta kalabileceği kanaatine sahip iseniz, içinde yaşadığımız toplumun bir beka meselesi olduğuna hükmetmeniz zor değil. Peki, Erdoğan öyle bir kanaate mi sahip? Bence öyle.

Esas mühimi, Görmüş’ün düşündüğünün aksine, bir beka meselesinin mevcut olduğuna inananlar toplumun ancak yarısı filan değil. Neredeyse tamamı bir beka meselemiz olduğuna emin. Bir yarısı, beka meselesinin Erdoğan’ın peşinden gidip Erdoğan karşıtlarını temizlemekle ancak çözülebileceğini varsayıyor. Diğer yarısı, zaten ta Kemal zamanından beri, Erdoğan’ın peşinden gidenlerin temizlenmesiyle çözülebileceğini…

Bu iki ana gövdenin dışında kalan küçük bir azınlık da —en azından o azınlığa mensup biri olarak kendi tecrübeme yaslanarak diyebilirim ki— artık bir beka meselemizin zuhur ettiğini düşünüyor. Eğer bu sterilizasyon şehvetinden behemehal kurtulamazsak bittik, yani.

Sterilizasyon şehveti ahalinin kültürel kodunun bir unsuru değil. Sadece Türkiye ahalisi değil, son birkaç bin yılı dünyadan kopuk yaşamamış toplumların hiçbiri sterilizasyon hevesine kapılamaz. Peki, ahaliden neşet etmeyen bu şehvet nereden neşvünema buldu? Elcevap: Aydınlanma aklıyla zehirlenmiş entelektüel elitler eliyle imal edilip okullar marifetiyle ahaliye sokuşturuldu. Kemal ve arkadaşları Milli Mücadeleyi başardıklarında beka meselesini çözdüklerini düşünmüş değillerdi. Sadece ağrıyı dindirmişlerdi. Bir daha benzer bir ağrıya maruz kalmamak için kanseri yenmeleri gerekiyordu. Topluma kemoterapi uyguladılar.

Yani?

Toplumun ölümcül bir hastalığa yakalanmış olduğu, o hastalığın —gerekirse kitlesel imhalar da dâhil— ancak sterilizasyon marifetiyle yenilebileceği kanaati, zerre miskal sorgulanmadan, bu toplumun en ücralarına kadar yaygınlaştı.

Yani?

Beka meselesi bugünlerde siyasi sebeplerle sıklıkla telaffuz ediliyor olabilir ama yeni icat bir şey değil. Bir beka meselemizin mevcut olduğu kanaati toplumun neredeyse her kesiminde zaten vardı. Erdoğan’ın destekçileri Erdoğan bir beka meselesinden söz ettiği için bir beka meselemiz olduğuna inanıyor değiller. Zaten öyle bir meselemiz olduğuna inanıyorlardı, Erdoğan onu kemiksiz bir biçimde dile getirdiği için bu kadar kayıtsız bir biçimde Erdoğan’ın arkasında hizalandılar/hizalanıyorlar.

Bir defa daha sebepler ile neticelerin yerleri karıştırılıyor.

Sebepler ve neticeler yer değiştirince, yüz elli yıllık ezberleri tekrarlamak kolaylaşıyor, durumu anlamak için ekstra çaba harcama ihtiyacı ortadan kalkıyor anladığım kadarıyla.

Önceki gün demiştim ki “Bir beka meseleleri var sahiden. Kendilerini sevmeyen, bütün mesaisini kendilerini horlamaya tahsis etmiş birileri var —dünyayı öyle algılıyorlar. Kendi bekalarının memleketin bekasına eşitlenmiş olması iki yönlü avantaj sağlıyor: (a) kendilerini memleket olarak görmenin sağladığı bir gurur var, (b) kendilerini memleket olarak konumlamanın sağladığı bir ‘biz batarsak sizi de sürükleriz’ emniyeti var.”

Kemal döneminin zulmü, ezanın Türkçe okunması filan değildi. İnsanları biçimlendirme —ve rejimin gönlüne yatacak biçime girmeyenleri imha etme— kararlılığının yarattığı kaygıydı. Darbelerin zulmü de, bir biçimde uzaklaştırılmış olan o kaygının tazelenmesiydi. Orada kudretli birileri vardı. Her birimizin kendi keyiflerine uygun olmasını talep ediyorlardı. Yığınlar esasen o modele uymaya çok dirençli de değillerdi ama homojenleşme ve sterilizasyon toplumun problemlerini çözmeye kâfi gelmeyince…

Kemalistler “galiba yanlış iş yapıyoruz, homojenleşme ve sterilizasyon ile performans arasında bir korelasyon yokmuş” demediler. Keyfi olarak birilerini suçladılar, parmaklarını sallayarak “sizin yüzünüzden” dediler. Keyfilik, parmak sallama kudretine sahip olmayan herkes için bir tehditti. Beyzadelerin yarın neyi problem edeceği belli değildi ve dolayısıyla yığınlar kendilerini hiçbir şekilde emniyette hissedemediler.

Şimdi yeni Kemalistler, kudreti ellerine geçirince, tastamam aynı işi işliyor. Yarın neyle suçlanıp hâkim karşısına çıkarılabileceğiniz hususunda herhangi bir netlik yok. Artan akaryakıt fiyatlarını gerekçe gösterip taksimetrelerin ayarlanması talebiyle ortaya çıksalar, taksici esnafı terörist olarak etiketlenebilir mesela.

Ve görünen o ki, esas sıkıntının insanlardan değil de bu homojenleştirme ve sterilizasyon şehvetinden kaynaklandığını, bünyeyi hasta edenin kanserli olduğuna hükmedilen hücreler değil de onlara yönelik kemoterapi seansları olduğunu konuşmaya yanaşacak entelektüel ve/veya siyasi elitler yok denecek kadar seyrek.

Elitleri böyle de toplum ne halde?

Bana kalırsa toplum, eğer önüne kavga dışında bir seçenek konursa satın almaya çoktan razı. Çok matah bir toplum olduğundan değil, (a) genel olarak bütün toplumlar öyledir, (b) toplumlar günümüzde eskisine kıyasla daha öyle ve (c) Türkiye toplumu zaten tarihi tecrübesiyle uzlaşma, esneme kabiliyeti gelişkin olan bir toplum.

Ama memleketin siyasi eliti, buradan bir üçüncü formül üretebilecek kabiliyette değil. Entelektüel eliti ise… Görüyorsunuz işte, sebepler ile neticelerin yerlerini değiştirip yarattığı kavram kargaşası içinde kendi Platonik zihninin konforunu bir gün daha sürdürmekten gayrı bir hevese sahip değil. “Benim yetersizliğimden değil, ahalide iş yok” deyip takipten kurtulma derdinde.