Savaştan Sonra
ABD Türkiye’deki konsolosluklarından vize işlemlerini askıya aldığında, “mütekabiliyet esastır, biz de aynısını yapalım” diye geçirdim içimden, tebessümle. Hariciyemiz de yakışanı yapmış.
ABD’de Türkiye vizesi alamadığı için mağdur olacak, en azından vize işlemleri sırasında bir nebze başı ağrıyacak birileri var mıdır? Herhalde vardır. ABD vizesi alamadığı için Türkiye’de canı sıkılacak birileri var mı? Herhalde daha fazla. Bütün bu komedi sahnelenmeden önce de ABD vatandaşları ile TC vatandaşları arasındaki asimetri zaten vardı.
Vardı biliyorsunuz değil mi? ABD vatandaşlarının Türkiye’ye girişi ile TC vatandaşlarının ABD’ye girişi eşit şartlarda gerçekleşen vakalar değildi.
Durumu netleştirelim. Mars’tan gelmiş biri olsanız ve kendinize bir vatandaşlık seçme mecburiyetiniz olsa, önünüze de sadece ABD ve TC vatandaşlıkları seçeneklerini koysalar, eğer süzme ahmak değilseniz, bir an bile tereddüt etmeden ABD vatandaşlığını seçerdiniz. Şimdi, Türkçe konuşan, Türkiye’de doğmuş, belirli bir kültürel/sosyolojik süreçte belirlenmiş biri olarak, bir seçime zorlandığında TC vatandaşlığını tercih edecek biriyseniz bile, elbette siz de farkındasınız ki, ortada bariz bir asimetri var.
Mevcut asimetri yeni bir şey değil. Ülkelerin ömürleri ile kıyaslandığında kısa sayılabilecek bir tarihte birikmiş bir yığın faktörün bir ürünü, filan. Kısa vadede ortadan kaldırılabilir gibi görünmüyor —dolayısıyla kimseleri o asimetriyi ortadan kaldıramamış olmakla suçlamak doğru değil. Hepsine amenna.
İyi de…
Devlet dediğiniz şeyi meşru kılan, sizden benden vergi adı altında haraç toplamasını, üzerinde yaşadığımız topraklarda şiddet tekelini elinde bulundurmasını filan meşru kılan en temel hususlardan biri, bizi başkalarının karşısında boynu bükük hale getirmemesi. Eğer ABD vatandaşları ile aramızda bir kıymet farkı varsa —ki var— hiç değilse bunun hatırlanıp durmasının önüne geçebilmesi gerekir.
(Yukarıda şiddet tekelini elinde bulundurmaktan söz ettim. Ama aslında durum pek de öyle görünmüyor. Sedat Peker mesela, alenen şiddet uygulayabiliyor ve devlet adına pozisyon almasını beklediğimiz unsurlar bunu önleyememek bir yana, bundan rahatsızmış gibi bile görünmüyor. Birileri örgütlenip defnedilmiş bir cenazeyi, şiddet uygulayarak yerinden çıkarttırıyorlar, bundan da rahatsız olan yok gibi. Hatta 15 Temmuz sonrasında vatandaşın silahlanmaya teşvik edildiği, devletin pozisyon alması icap edecek şartlar vuku bulursa bizzat sivillerin pozisyon almasının bir teminat gibi gösterildiği bir ülkede yaşıyoruz. Yani, bildiğimiz manada bir devletin mevcudiyetinden söz edilebilir mi, şüpheliyim. Bunu yazın bir kenara, ABD vatandaşları kadar kıymetimiz olmamasında, bu halin de ciddi hissesi var. Fark bir ABD vatandaşı ile sizin aranızdaki kıymet farkından kaynaklanmıyor, ABD ile TC arasındaki bu gibi farklardan kaynaklanıyor yani…)
***
ABD’nin dost görünüp düşmanlık yaptığı, zaten tarih boyunca memleketteki darbelere destek olduğu, son darbe teşebbüsünün de arkasında ABD olduğu filan gibi geyikler yine meydan gördü.
Yekten ve bir defada söyleyeyim, eğer bizim TC vatandaşları olarak siyasi/iktisadi otonomimiz, kendi kararlarımızı verme hakkımız ve saire, bize dost olduğunu söyleyen birilerinin bize verdiği sözlere filan kalmışsa, yanmışız biz.
Bir anekdot: Vakt-i zamanında Anadolu Üniversitesinde Bilgisayar dersleri verirken, üniversitenin not işlerinde de kullanılan SQL veri tabanı yönetim sistemini öğrencilere öğretmeye çalışıyordum. Bilgisayar Merkezi Müdürlüğü de yapan bir öğretim üyesi bunu öğrendiğinde, “ama olur mu, bizim not işlerimiz de bu sistemle yönetiliyor, öğrencilerden biri girer de notları değiştirirse…” filan diye mızmızlandı. “Yani,” dedim, “bizim verilerimizin güvenliği öğrencilerin cehaletine mi emanet? Öyleyse yandık biz.”
Memlekette birilerinin, muhtemelen birilerine yersiz ve lüzumsuz ölçüde güvenmiş ve dolandırılmış birilerinin, “ah ulan Amerika, senden dost olur mu” filan diye sızlanması veya efelenmesi anlaşılabilir bir şey, bir itirazım yok. Sosyal medyada da genellikle onların sesi gür çıkıyor, tamam. Ama devlet katından bu tür kahvehane argümanlarının dolaşıma sokulması, başka hiçbir şey değilse, emsalsiz bir aczin dile getirilmesinden başka şey değil.
Ve zaten de Türkiye’nin —oldum olası şamar oğlanı olmuş olsa da— şu son dönemde hiç olmadığı kadar istiskale uğruyor olmasının esas sebebi, cahil, aciz ve fakat küstahlığı da zirve yapmış bir heyetin devleti ele geçirmiş olması.
Bahse konu olan heyet, bir vakittir, fevkalade dağılmış bir haldeydi. Neden öyleydi? Çünkü bütün cephelerde bozguna uğramıştı. Ekonomiden Kürt politikasına, dış politikadan insani değerlere kadar… Ücretini verip havlattıkları şeylerin bir bölümü, “ulan galiba gemi batıyor, yüzüp kıyıya çıkabilirsek insan içine çıkabilecek yüzümüz olsun, ‘ama bakın biz bunları da demiştik’ diyebileceğimiz bir şeyler diyelim” diye düşündüklerinden herhalde, “ama olmaz ki” demeye başlamışlardı. Veya artık bu kadar köpeği besleyecek kaynak kalmamış, birileri bütün kaynakların üstüne oturduğundan başkaları aç kalmaya başlamışlardı, ondan da olabilir bu hal.
Birkaç gündür, bir başka hal hissediyorum. Sanki bir hayli gerilemiş olan çete, gerilerde bir yerlerde yeniden mevzileniyor gibi… “Yahu tamam, çok ayıplar edildi, çok suçlar işlendi ama… Bakın Türkiye çok zor dönemlerden geçiyor, mevcut heyet neticede hepimizin devleti, onları eleştirmeyi bir süreliğine erteleyip ortak düşmanlara karşı birlik olsak” filan tonlarında, “hepimiz elini taşın altına koymalıyız, düşmanlar sadece Erdoğan’a düşmanlık ediyor değil, hepimize düşmanlık ediyor” mealinde tahliller, temenniler, yol göstermeler… Bir vakittir mevcut heyetin alamet-i farikası olan edepsizlik, düşmanlaştırma filan yok. Yerini üstü örtülü özeleştiri, utangaç bir kucaklama çabası filan almış.
Ama…
Asıl mesele şu ki, bir vakittir alıştığımız o dağınıklık hali yok. Veya —en azından— sanki bir yerlerde bir düğmeye basılmış da köpekler orkestrası, enstrümanlarını bir melodi —yeni bir melodi— için akort ediyor gibi geliyor bana.
***
Madde madde hatırlayalım.
Birincisi, devletlerin dostu olmaz, menfaatleri olur. “Ama hani dosttuk” türünden sitemler, menfaatlerini başkalarının eline —bilmem artık hangi sebeple— emanet etmiş olduğunun itirafından başka şey değil, bana kalırsa. Daha önce yapıldığında da öyleydi, şimdi de öyle.
İkincisi, Türkiye zor bir dönemden geçiyor evet, ama bu zor dönemler, sanki mevsimi gelmiş de o yüzden başımıza gelmiş gibi bir şey değil. Türkiye’yi içinden geçemeyeceği kadar dar bir boğaza, mevcut heyet soktu. Muhtelif hatalarla soktu. Mesela dış politikayı iç politika malzemesi yapmakla, devletin menfaatlerini ucuz bir iktidar savaşına çerez yapmakla soktu. Mesela manasız bir Kürt düşmanlığıyla soktu. Mesela onca yıldır çaresizlikten, kıymetimizin dünya borsasında yeterince yüksek olmamasından yapılan işleri aşağılayıp, “onlar Monşer, biz geldik artık her şey değişiverecek” diye manasız ve mesnetsiz hayaller kurmakla soktu. Mesela Cemaatin devletin içinde örgütlenmesine göz yummakla soktu. Mesela, mesela…
Üçüncüsü, mevcut heyet memleketi bir iktidar uğruna bozuk para gibi harcarken, tarihte nadiren karşılaşılacak fırsatlar zuhur ettiğinde manasız işler işlerken, “ne yapıyorsunuz siz” diyebilecek bir alternatif üretilmesini imkânsızlaştırmış bir siyaset düzenimiz var. İlaveten, o düzeni daha da manasız hale getirdik.
***
Şimdi kısaca istikbale de bakalım.
Üçüncü Dünya Savaşı diyebileceğimiz bir savaşın orta yerindeyiz. Eğer boş bir temenni değilse, öyle kitlesel imhalar gerçekleşmeden yaşanacak ve sona erecek gibi görünüyor bu savaş bana —birkaç yıl öncesine kadar öyle düşünmüyordum, birkaç yüz milyon cana mal olacağını tahmin ediyordum.
Bu savaş, dünyanın iktisadi, sosyolojik ve siyasi şartlarını geri dönüşsüz bir biçimde değiştirecek. Daha doğrusu, tıpkı bundan önceki dünya savaşlarından çıktığımızda iktisadi, sosyolojik ve siyasi şartların geri dönüşsüz bir biçimde değişmiş olduğunu görmüş olduğumuz gibi, bu savaştan sonra da her şeyin tepeden tırnağa değişmiş olduğunu göreceğiz. Neler olacağını, şartların nasıl değişeceğini bilemeyiz. Ama kendimce tahminlerim var, daha önce muhtelif biçimlerde paylaştım.
Özetleyecek olursam, iktisatta sanayinin payı daha da düşecek, sanayi istihdam ve katma değer üretemez hale gelecek. Sosyolojide sıradan insanların sınır ötesi temasları, kendi vatandaşları ile temaslarından çok daha büyük bir hızla yoğunlaşacak. En azından her toplumda belirli kesimler için böyle olacak ve sınır ötesi temasları yoğunlaşmış olanlar ile bu tür temaslara imkân bulamayanlar arasındaki makas büyüyecek. Dolayısıyla siyaset, bir yandan bu büyüyen makasın yarattığı gerilimden beslenirken, öte yandan sınırları aşan bir hüviyet kazanacak.
(Bu arada Google yeni ürününü tanıtmış, artık siz kendi dilinizle konuşacaksınız, muhatabınız kendi diliyle… Ve anlaşacaksınız. “Vay ne icat” diyecek halde değiliz, aksine gecikmiş olduğunu bile düşünebiliriz —zaten de galiba öyle düşünüyoruz. Teknolojinin, sözünü ettiğim sınır ötesi temaslar konusunda en mühim bariyerlerden birini ortadan kaldırmasını bu kadar sükûnetle, hiç heyecan sergilemeden karşılamamız bile, bana kalırsa, içinde yaşadığımız dinamikler ve o dinamiklerin ne kadar köklenmiş olduğu hakkında önemli bir gösterge.)
Türkiye’ye vaziyet eden heyet, dünyanın başına neler geliyor olduğunu idrak edebilmekten çok uzak. Böyle bir yetersizlik hissettiklerini veya hissetseler de umursayacaklarını düşünmek için bir sebep yok. Çünkü mevcut şartlarda memleketin kaynaklarını yağmalamaktan gayrı bir derdi olmayan bu heyetin, işlediği sayısız suç yüzünden, zaten iktidarı barışçı bir biçimde devretme şansı yok. Şimdi nerelerde mevzilenirlerse mevzilensinler, gerektiğinde aşırı derecede küstah, saldırgan olacaklardır. Seçim testini mümkün olduğu ölçüde ötelemeye çalışacakları aşikâr ama mecbur kaldıklarında, kendilerine tehdit oluşturabilecek rakiplerini satın almaktan imha etmeye kadar her şeyi göze alabilirler. Mevcut aktörler arasında, bu tür bir oyunu bozabilecek bir sosyolojik desteği inşa etmeye aklı eren kimse yok —çünkü memlekette nasıl futbolcu yetişmiyorsa, tastamam aynı sebeplerle siyasetçi de yetişmiyor. Adı dolaşımda olan aktörlerin tamamı, kendi hesabıma hiç şüphem yok ki, 8-10 milyon dolara satın alınabilir aktörler. O kadar ucuzlar yani…
Neticede Türkiye, içinde bulunduğumuz savaştan sağ salim çıkabilecek gibi görünmüyor. Türkiye’nin sahneden çıkması, bundan yirmi yıl önceki Türkiye’nin o dönemdeki sahneden çıkması kadar büyük bir boşluk yaratacak gibi de değil üstelik. Özellikle son beş-altı yıl içinde Türkiye, kademeli olarak geriye çekildi. Türkiye’nin boşalttığı alana bir taraftan Rusya-İran, öte taraftan Kürtler-İsrail girdi. Dünyanın belli başlı aktörlerinin Türkiyesiz bir dünya için zihinsel ve stratejik hesaplarını yaptıklarını da hissediyorum. Yani kimsenin hazırlıksız yakalanacağını zannetmiyorum.
Daha önce kullandığım terimlere müracaat edersem, giderek karmaşıklaşmakta olan bir bünyenin yol açtığı problemlere sinir sistemini daha da basitleştirerek —“ey Amerika, dostluğunu bil, senin de ne mal olduğunu biliyoruz, 82 Kerkük, 83 Musul” ve saire klişelerle mesela veya her şeye kadir bir liderle— cevap üretmeye çalışan bir organizmanın bu fırtınadan sağ çıkmasını beklemek, bence, Davutoğlu’nun bir Sünni cephe kurma hayalinden bile daha ham bir hayal.
Ne diyeyim?